Twitter’ı açtığınızda Türkiye için hangi başlıkların TT olduğuna bakıyor musunuz? O saatlerde insanlar en çok hangi konu başlıklarında paylaşım yapmaktalar? Bakın, daha önce duymadığınız bir kadın ismi göreceksiniz. Bundan sonra çok göreceğiniz bir kadın ismi. O gün öldürülmüş bir kadındır o. Bir erkek tarafından öldürülmüş bir kadın daha.
Bu ismi görmeye devam edeceksiniz, çünkü birileri o kadının hakkını arıyor olacak, duruşma duruşma dolaşarak. Çünkü gene birileri de o kadının katilinin cezasını bulmasına engel oluyor olacak. Cinayete kılıf biçmeye çalışacak, duruşmayı erteleyecek, hafifletici sebepler yaratacak, yeter ki o adam parmaklığın arkasına girmesin. TT olan konu başlıklarından izleyeceksiniz siz de; “.... için adalet”. Maalesef böyle bir kaderimiz var bizim.
Dün Güleda Cankel adı vardı. İsmine yakışır dünya tatlısı bir fotoğraf, elini yüzüne kapatarak gülmüş. Sahici bir çocuk gülüşü, 19 yaşında. Twitter hesabına gül koymuş, romantik
Hayır, ortalama bir algı düzeyinden baktığında anlamak mümkün değil. 12 bin yıllık, ta buzul çağından kalma bir göl, bir doğa harikası nasıl beş günde yok edilir? Gümüşhane Taşköprü Yaylası’ndaki Dipsiz Göl. Hani hangi medeniyetler geldi geçti, o orada durdu, hesap edin.
Sonra 2019 yılında iki zeki insanoğlu, 12 bin yıl akıl edilmemiş bir fikir ileri sürüp, gölde “define aramaya” karar veriyor, bunun için resmi makamlara başvuruda bulunuyor, Gümüşhane Valiliği ile Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nden kazı için izin çıkıyor. DHA’nın haberine göre Gümüşhane Müze Müdürü’nün ve jandarma yetkililerinin nezaretinde suyu tahliye edilen göle iş makineleriyle giriliyor, beş gün süren kazı sonucunda sürpriz, hazine bulunamıyor. Ama ortada göl de kalmıyor. 12 bin yıllık güzelim Dipsiz Göl’ün yerinde bir kara delik. Pardon, delik bile değil, toprakla doldurulmuş bir alan.
Bu tabii ne ilk, ne de muhtemelen son. Sadece hayali
Bakırköy Belediye Tiyatroları’nın yeni oyunu “Kazanova”, seyirciyi bir emekli mahkemecilik oyununa, “gerçek olamayacak kadar büyük gerçekliğe” güleceğimiz bir yüzleşmeye davet ediyor
Hani gerilim hikâyelerinde sıkça görülen bir başlangıçtır. Kahramanımızın yolu çoğunlukla bir iş gezisinde bilmediği bir taşra kasabasına düşer. Büyük olasılıkla hava kararmak üzeredir, ya kar yağar ya fırtına kopar, hava muhalefetinden yola devam edemez veya arabasının lastiği patlar, bir şey olur ve o geceyi orada geçirmek zorunda kalır. Tanrı misafiri olarak. Böylece kendisini beklenmedik olayların ortasında bulur, sabaha çıkacak mıdır bilinmez...
Bizim adamımız da bir inşaat şirketinde üst düzey yönetici, işi gereği sürekli yollarda, o akşam da cipi olmadık bir yerde arızalanmış, civarda otel bile olmadığı için kendisini benzin istasyonunun yönlendirdiği evde bulmuş. Tuhaf bir ev, tuhaf bir hizmetçi, son derece tuhaf dört ihtiyar adam. Hepsi emekli hukukçu. Can sıkıntılarını mahkemecilik oynayarak
Çocukken üçüncü sayfa haberlerine meraklıydım. Gizemli gelirdi, polisiye roman gibi. Aslında polisiye foto roman gibi demeliyim, çünkü genelde başrolde fotoğraf olurdu. Tabii ki genellikle bir kadın fotoğrafı. Bu polisiye vakalar hep kadınların başına geliyor demek ki diye düşündüğümü hatırlıyorum. Genç ve güzel kadınların. Fotoğraf yetmiyorsa “kurbanın” isminin başından eksik edilmeyen “güzel” sıfatı var. “Güzel bilmem kimin hazin sonu”. Erkekler ise genellikle “cinnet geçiren” varlıklardı. İradeleri dışında yapıyorlardı her ne yapıyorlarsa.
Bunun işi “satmanın” ve “sattırmanın” bir yolu olduğuna aklımın ermesi yıllar aldı. Böyle böyle oluşturulan algının bizi hangi tehlikeli noktalara götürdüğüne de tabii. Meğer bu ifadeleri kullanmak adeta tacize tecavüze, hatta cinayete kılıf hazırlıyor, saldırgana tacizciye, hatta katile gerekçe sunuyormuş. Kadına “Sen kendine mukayyet olmazsan, erkeklerle oturup kalkar, yer içersen, göz alıcı olur, dikkat
Son günlerde peş peşe yaşanan aile intiharları vicdan terazimizin son kalan dengesini de şaşırtmış görünüyor. Ortada insanların hayata devam etmeğe değecek hiçbir umut ışığı görmemesi gibi vahim bir durum var, biz bunun üzerinden akıl vermelere, çıkarımlarda bulunmalara, hatta espri üretmelere kalkıyoruz ki hele bu sonuncusuna hakikaten akıl sır erdiremiyorum. Ne bitmez tükenmez, gem vurulamaz, engellenemez, engin bir mizah duygunuz varmış meğer keşke daha faydalı üretimlerde kullansanız.
Akıl verme ve çıkarımda bulunma kısmı ise sadece sosyal medya ile birlikte yerleştiğimiz “seyirci” pozisyonunun kendimizi oturduğumuz yerden önemli - anlamlı hissetme işlevini yerine getiriyor ve maalesef bir sonraki umutsuzluğa kapılacak kişiye hiçbir faydası yok. İşsizlikle mücadele eden, kirasını ödeyemeyen, elektriği, suyu borcu yüzünden kesilen insana “Kardeşim, olsa olsa intihar edersen biz senin sesini duyarız, seni anlarız, senin için üzülürüz, gazete manşetlerinden özür bile dileriz” demiş oluyoruz. Üzgünüm ama
“Aşk Geçmişim”, bugünün ilişkilerine hem kadın hem erkek cephesinden gerçekçi bir bakış atan bir modern çağ romantik komedisi
Romantik komedi, izleyenin içini ısıtan, yüzünü güldüren, bir masala inandıran bir tür. En azından böyle olmalı. Hani böyle yumuşak, tatlı, mutluluk veren, pamuk şeker gibi bir şey. Halbuki gerçek hayatta pek öyle olmuyor, çünkü o pamuk şeker hiçbir zaman sizi sarıp sarmalamadığı, o hem yakışıklı, hem akıllı ve esprili bir de üstüne zengin ayrıca romantik, çılgın ve de sadık adam (ya da kadın) sizi gelip bulmadığı, pencerenizin altında gitar çalıp şarkı söylerken mumlarla sokağa adınızı yazıp bir de yanar döner balon ucunda yüzük uçurmadığı için mutsuz oluyorsunuz. Herkes ruh eşinin elinden tutup sonsuz saadete kanat açarken bir tek sizin payınıza “Bunun adını koymayalım”cılar, aşk ve ilişki özürlüler, Çağan Irmak yıllar önce adını koymuş, daha iyisini aramaya ne hacet; “ıssız adam”lar (ya da kadın)
Eğer 56. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne jürinin kararlarını uygulama adına yapılan yönetmelik değişikliği damgasını vurmasaydı, festivalle ilgili yazmak istediğim bambaşka şeyler vardı. Diyecektim ki uzun zamandır hiçbir festivalde bu derece umut veren bir enerji görmemiştim. “Bir şeye itiraz ettik, el ele verdik inandık ve kazandık” diyen bir rüzgâr esiyordu her yanda.
Zira eski yönetim tarafından festivalin bel kemiğini oluşturan Ulusal Yarışma kaldırılmış, sinemacılar da nadir rastlanan bir dayanışma örneği göstererek Altın Portakal’la aynı tarihlerde İstanbul’da Ulusal Yarışma düzenlemeye başlamıştı. Beyoğlu Sineması fuayesinde yapay portakal ağaçları gölgesinde yapılmıştı açılış. Fikir yönetmen Kaan Müjdeci’ye aitti, katılım göz kamaştırıcıydı, artık ekim ayında Antalya’dan daha fazla ‘temsili Ulusal Yarışma’da atıyordu sektörün kalbi.
“Bir gün yine döneceğiz o şehre” sloganıyla yola çıkmıştı, üçüncü yılda döndü ulusal yarışma. Ve bana göre festivalin en
56. Altın Portakal Film Festivali’ne Ulusal Yarışma’dan eve 10 ödülle dönen “Bozkır” filmi ve kararın yol açtığı tartışmalar damgasını vurdu
56. Antalya Altın Portakal Film Festivali ve onun tartışmaları epey süreceğe benzeyen ödül törenine geçmeden önce şunu söylemek istiyorum: Bize de bu yakışırdı. Yarım asırlık festivalde iki yıl önce yapılan yanlıştan dönülmüş, kaldırılan Ulusal Yarışma “o şehre” geri dönmüş, Altın Portakal “öze dönüş” sloganı ve büyük bir coşkuyla başlamış, eh bir skandalla sona ermese miydi? Sıkıcı sıkıcı heykelcikler dağıtılıp sessizce dağılınsa mıydı?
Festivalin tarihine bakarsak zaten bu işin “özüne” aykırı. Daha bir festival görmedik ki jürinin kararları herkesi memnun etsin. Mutlaka birileri kızar, birileri küser, birileri protesto eder. Ama bu sefer sanırım “dönüşe” yakışır bir mertebeye ulaştı hepsi. Zira ken-disi de zamanında “Bu filmleri kendileri jürilik yapsın diye çektiğimi zanneden gerzeklerden çok