Sonbahar festivallerle açıldı, son sürat de devam ediyor. İstanbul’da malum, “ekim” sinemaseverler için “filmekimi” diye okunur, Ayvalık’ta da iki senedir “Başka Sinema” Ayvalık Film Festivali rüzgârları esiyor. Hâlâ bilmeyen varsa diye; Başka Sinema, salonlarda “sanat sineması” dediğimiz türün örneklerine yer açabilmek amacıyla kurulmuş bir bağımsız dağıtım ağı ve kısa sürede Türkiye çapında bir vaha haline geldi.
Geçen yıl da farklı programıyla, ufuk açan tartışmalarıyla kendi film festivalini düzenlemeye başladı ve bu iş için en uygun yerlerden birini, Ayvalık’ı seçti. Tarihi, mimarisi, mutfağıyla (Keşke kokusunu duymasaydım da deniziyle de diyebilseydim, nasıl kıyıldığına aklım ermiyor) bir cazibe merkezi olan Ayvalık’ın daracık sokaklarında kaybolmak başlı başına bir keyifken, bir de o sokakların her biri bir filme, bir söyleşiye, bir panele, olmadı kafa kafaya vermiş film konuşan sinema meraklılarına çıkıyor şimdi.
Ayvalık’ın tarihi binalarından Ma’adra Binası ideal bir
Boşuna değil baskıcı rejimlerin en önce sanatı zapturapt altına almaya çalışması. Bazen bir sanat yapıtı, binlerce sözün yapamadığı etkiyi yaratabiliyor insanın üstünde. Özgürleştirebiliyor örneğin. Ya da en azından özgürleşmesine kapı aralayabiliyor ki hiç az şey değil.
Büyük şehirden uzaklaşanların gözde yerleşim yerlerinin başında gelen Ayvalık’a pek yakışan Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’nde izlediğim “Ve Sonra Dans Ettik / And Then We Danced”in ardından salondan adeta kanatlanmış olarak çıkarken geçiyor aklımdan bunlar. Bu yıl Cannes Film Festivali’nde en çok beğenilen filmlerden biriydi, 9 ve 12 Ekim’de Filmekimi’nde gösterilecek, kasımda da Başka Sinema’da gösterime girecek. Levan Akin, Gürcistan asıllı İsveçli bir yönetmen, Ayvalık’taki gösterim sonrası gördük ki sular seller gibi Türkçe konuşuyor ve film İsveç’in bu yılki Oscar aday adayı.
Tek cümleyle özetlersek, bir gencin kendisini keşfetme öyküsü demek mümkün
Bu yılın ilk günleriydi, gencecik bir hukukçunun, bir akademisyenin, gözlerinin içi gülen, yeni evli, mutlu, pırıl pırıl bir kadının hunharca katledilmesine şahit olduk. Çankaya Üniversitesi’nde, öğrencisi sıfatını taşıyan bir kimse tarafından, önce iki el silah, ardından sayısız bıçak darbesiyle! 23 yaşındaki Hasan İsmail Hikmet’in ilk ifadesinden ders yoğunluğundan ötürü sınava hazırlanamadığını, kopya çekmesinin “gerektiğini”, onu yakalayıp tutanak tutturan hocasını bu yüzden öfkeye kapılarak öldürdüğünü okumuştuk. Eve gidip emekli polis olan babasının silahını alarak geri döndüğünü, bıçağın halihazırda üstünde olduğunu, tutanağı işleme koymaması için konuşmaya gittiği hocası onu “tersleyince” öfkeye kapılarak ateş ettiğini anlatıyordu. Üstüne bir de “korkuya kapılarak” bıçağa davranmıştı. Kaç darbe vurduğunu hatırlamıyordu.
Ve biz Ceren Damar Şenel gibi değerli bir insanın, idealleri olan bir hukukçunun sırf görevini yapmaya
Gide gele ben de emin oldum ki Adana sahiden özel bir şehir. Bu kadar yazarı çizeri boşuna çıkartmamış. Belki de ben hep festival zamanı gittiğim için bu kadar etkileniyorum, o sinemaları dolduran seyirciden, canla başla koşturan Çukurova Üniversiteli gençlerden. Bir şehir festivaline bu kadar güzel sahip çıkabilir.
Bu yıl 26.’sı yapılan Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde her zamankinden de büyük bir coşku vardı, adından kaldırılmış olan ‘Altın Koza’ markasına yeniden kavuşmuş olmanın sevinci. Kapanış töreninde Belediye Başkanı Zeydan Karalar “Benim için Cannes’dan sonra dünyadaki en önemli sinema festivali” dedi Altın Koza için. İsterseniz gülün ama bir belediye başkanının bir festivale böyle dört elle sarılması çok güzel değil mi?
Ödül gecesinden notlarla devam edersek, kimsenin pek konuşma hazırlamadığı, ailelere ve jüriye teşekkür edip indiği, hızlı akan bir törendi. Festivalin yaşam boyu onur ödüllerinden birini alan (Diğeri Zülfü Livaneli’ydi)
Basbayağı ibretlik bir tabloydu önceki gün izlediğimiz. Gezegenin gidişatından, kendisinin ve dünyanın dört bir yanındaki yaşıtlarının geleceğinden endişe duyan 16 yaşında bir kız, İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg, New York’ta düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ne katılarak dünya liderlerinden hesap sordu. “Boş vaatlerinizle çocukluğumu, geleceğimi çaldınız. Üstelik ben şanslılardan biriyim. İnsanlar acı çekiyor, insanlar ölüyor, eko sistemimiz çöküyor, kitlesel yok oluşun eşiğindeyiz. Siz hâlâ sadece paradan konuşuyor ve ekonomik büyüme masalları anlatıyorsunuz. Buna ne hakkınız var?” dedi.
Lafı dolandırmadı, nazik olmaya çalışmadı, içinden taşan olanca öfkesiyle sordu. Daha haklı bir soru hayal edebiliyor musunuz? Bize böyle bir dünya bırakmaya ne hakkınız var diyor kız açık ve net bir şekilde. Verecek cevabımız da yok üstelik. O zaman ne yapıyoruz? Başımızı öne eğip kızarıyor muyuz? Elbette hayır. İki şey yapıyoruz: Bir, alay ediyoruz. Asperger sendromlu bir kızın bize “fazla
Bazı konularda fikir beyan etmek kimsenin harcı olmamalı diye düşünüyorum. Mesela henüz hayatının başında, önünde uzun bir yaşam olması gereken, gelecek hayalleri kuran, kalbi pırpır atan bir insan, üniversite sınavına iki hafta kala konan kanser teşhisine, kesilen bacağına, ağır tedavilere, iki buçuk yıl içinde dört kez nükseden hastalığa rağmen yüzünün tamamına yayılan bir gülümsemeyle etrafa umut ve neşe saçmaya devam ettiyse, bunun karşısında saygıyla susulur.
Utanılır bence biraz, ne saçma sapan ‘dertleri’ bitmeyen depresyon vesilelerine dönüştürdüğümüzü hatırlayarak. Orada 20 yaşındaki Neslican Tay “Hayatta kalmak için bacağını feda etmiş bir kızsam, hayatımın hakkını vermeliydim. Kendimi böyle de sevmeliyim ve hayata karışmalıydım” diyor, bizim bahanemiz nedir, mutsuz olup evlere kapanmak için, diye düşünebiliriz mesela. Aşk acısı? Parasızlık? İşteki gerginlikler? Can sıkıntısı? “Daha hiçbir şey yapmadım, âşık olmadım, yurtdışına çıkmadım, dünyayı gezmedim,
Farkındalık yaratmak” kulağa çok hoş gelse de gerçek hayatta karşılığını bulup bulmadığından emin olmadığım bir sözdü aslında. Artık bir şeyi yılmadan, bıkmadan, vazgeçmeden tekrarlamanın gerçekten farkındalık yaratabileceğine ve bunun bir vadede (uzun mu kısa mı zaman gösterir ama) bir dönüşüme neden olacağına inanıyorum.
Misal, bundan herhalde bir beş sene önce “toplumsal cinsiyet eşitliği” sadece o bıkmayan, yılmayan bir grup insanın sözlüğünde yer alan bir kavramdı, bugün herkesin diline yerleşti de düşmanlarını bile yarattı. Konu Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2019/2020 Eğitim-Öğretim Yılı Hedef Listesi’ne aldığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği dersini son anda çıkarmasına kadar vardı ki eşitlik kavramı kimi neden rahatsız ediyor, anlamak mümkün değil. Ya da en azından anlamak istemiyor insan. Ayrıca “farkındalık” geriye alınabilir bir şey değil. Hiçbir alanda, hiçbir sektörde.
Hafta başında, Oyuncular Sendikası yönetim kurulunda göreve başlayan oyuncu Ece Dizdar “Ağırlıklı olarak toplumsal cinsiyet
Enteresan bir şey oldu gerçekten, üç kişi ortak bir cümle kurmak, bir şeylere karşı çıkmak, içine dert olan meselelere dikkat çekmek için yan yana gelmekte zorlanırken, birlikten kuvvet doğuran bir rap fırtınası esiverdi memlekette.
Takvimler 6 Eylül’ü, saatler tam 00.00’ı gösteriyordu, Şanışer’in çağrısıyla bir araya gelen on sekiz rap müzisyeninin bir ucundan tutup havalandırdığı bir klip düştü YouTube’a. Adı “Susamam” idi şarkının ve söyleyecek sözleri olan bu on sekiz genç müzisyen, susmak istemedikleri konularda içlerini söze, müziğe dökmüşlerdi.
“Black Mirror” gezegeninden gelir gibi duyulan bir kadın sesiyle başlıyordu şarkı. “Gülmek, eğlenmek istiyorsun. Hayat zaten çok zor. O yüzden müzik seni eğlendirsin, gerçeklerden uzaklaştırsın istiyorsun. Ama biz müziğin bir şeyler değiştirebileceğine inanıyoruz. Bizimle gel. Başlayalım mı?” diyen bir kadın sesi.
Ardından 14 dakika 55 saniye boyunca süren bir kolektif manifesto.