Bir insan türü var, dünyadaki canlı cansız her şeyi; hayvanları, ağaçları, suyu, toprağı kendi emrine verilmiş zannediyor. Kendisi bu evrenin efendisi, diğer her şey de onun keyfi için var. Onu beslemek, onu giydirmek, onu eğlendirmek ve ona kazandırmak için. Yunusları parklara, flamingoları, kaplanları, timsahları kafeslere kapatırken, ormanları yakarken, havaya suya zehri salarken içi rahat bu yüzden. Nasıl olsa kendi malı. Kendisinden sonra tufan.
Bir de bütün bunları kendine dert edinen, bu dünyada misafir olduğunu bilen, diğer canlılarla beraber bu misafirliği barış içinde geçirmek isteyen bir insan türü var. Bir bakıyorsunuz yanan orman için yürüyor, bir bakıyorsunuz nesli tükenen bir hayvanın yaşam hakkı için imza topluyor, bir bakıyorsunuz kuruma tehlikesi altında bir göl ya da dere için yollara düşmüş.
İlkinin ikincisini anlaması mümkün değil, çünkü bir çıkarı yok o insanın, o bitkiden, o hayvandan, o denizden, o gölden. Ne olabilir onu böyle canla başla harekete geçiren? O ormana,
Bu cumartesi güne çok kara bir haberle başladık. Sinema yazarı arkadaşımız Cüneyt Cebenoyan’ı lanet olası bir trafik kazasında kaybetmiştik. Onu tanıyan herkesi isyan ettiren bir haberdi bu. Seven demiyorum, tanıyan diyorum çünkü bence tanıyanlar arasında sevmeyen pek yoktur Cüneyt’i.
Dünyanın en uyumlu, karşısındakinin suyuna giden, herkesle iyi geçinen adamı olduğu için değil. Aksine, daha ziyade uyumsuz ve huysuz sayılabilecek ama sonuna kadar hakkı olan bu özelliklerini dürüstlüğü ve samimiyeti, en önemlisi de yapmacık olmayan zarafetiyle birleştiren, nadir bir insandı Cüneyt Cebenoyan, tanıdığım ve daha yakınlarından dinlediğim kadarıyla. Nadir rastlanacak belalar da 59 yıllık hayatı boyunca onu buldu maalesef. İsyan ettiren haber demem bu yüzden. “Ama bu çok fazla”dan başka söz gelmiyor insanın aklına ilk anda.
Dünden beri çok yazıldı çizildi, uzatmadan özetlersem; 1994 yılında ablası Yasemin Cebenoyan’ı PKK’nın The Marmara’ya düzenlediği bombalı saldırıda kaybetmişti Cüneyt. Eşi
Genel olarak İstanbul’un adaları, özel olarak da güzelim Burgazada işletmelerinde karşınıza çıkan tatsız muamelelere daha evvel değinmiştim. Maalesef insanlara ‘verili’ saatler arasında adayı ziyaret edip mahşer kalabalığında maksimum harcama yapmakla yükümlü turist rolü biçilmiş durumda.
Son vapurla cebinizi boşaltarak çıkıp gitmeniz, o arada da oranın kanunlarına uymanız bekleniyor. Hesaba itiraz etmek, efendim insanlara yürüyecek yol bırakmayan masalara ses çıkarmak falan ne haddinize? Biz hancıyız, siz yolcusunuz, yerinizi bilin. Bilmeyene bildiririz.
Bu anlamda tam bir eşitlik olduğunu, Vedat Milor olsan sana istisna yapılmayacağını bu hafta öğrenmiş bulunuyoruz. Milor, 2014 yılında hakkında övgü dolu bir yazı yazdığı, dolayısıyla kişisel bir derdinin olmadığı açıkça görülen bir müessesede yaşadığı tatsız bir olaydan söz etti yazdı twitter hesabında. Mekânda masalar deniz kenarına o derece yayılmış ki, yayalara geçecek bir kişilik yer kalmış. Vedat Bey de garsonu uyarmış, aldığı karşılığı şöyle anlatıyor: “Sana ne
Beni mutsuz eden ama değiştirmek için elimden bir şey gelmeyen konularda gözümü başka yöne çevirmeye çalışmak gibi bakış açısına göre iyi ya da kötü kabul edilebilecek bir huyum var. Tanıdığım, sevdiğim arkadaşlarımın, komşularımın ya da sadece göz aşinalığıyla selamlaştığım insanların birer ikişer memleketten gidip kendilerine başka bir ülkede yeni bir hayat kurmaları bunlardan biri, epeydir.
En hafifinden yalnızlaşma hissediyor insan, daha ağırlarını sıralamak istemem, tam da ilk cümledeki sebepten. Üzerine konuşmak da istemiyor aslında. “O geride bırakılmak istenen ülkede ben yaşamaya devam ediyorum,” diyorsun. Nokta. “Hayır, B planım yok C hiç yok. Buradayım” diyenler birbirini tanıyor o suskunluktan.
Gelgelelim “Biz Kavafis ile büyüdük efendim, yeni bir ülke bulamazsın,” deyip başka yöne bakmak durumu değiştirmiyor; birileri artan sayılarla yeni bir ülke buluyor. (Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2017 Uluslararası Göç İstatistikleri’ne göre 2017’de Türkiye’den
Gencecik bir kadın, 25 yaşında. Upuzun siyah saçları var, sürekli eli üstlerinde, belli ki çok memnun onlardan. Tişörtü kafasına geçirip saç gibi hayal ederek ayna karşısına geçtiği günlerin acısını çıkarıyor adeta. 2019 Trans Güzellik Kraliçesi seçilmiş, başında ışıltılı bir taç.
Didem Akay, altı ay önce Youtube kanalında Ozan Tanrıkulu’nun Sizlerin İyi ve Kasvetli Yorumları adlı programına konuk olmuş. Kraliçeliğini kutlamaya gelmiş sıcağı sıcağına. Ama halinde tavrında hiç öyle büyük bir coşku, gözlerinde ışıltı yok. Yere bakarak, kısık bir sesle konuşuyor, belli ki çekingen. Ya da kendisinden sırf varlığından ötürü nefret edenlerin olduğu bir dünyada çekingen olmak, fazla göze batmamak zorunda kalmış.
Sorular geliyor seyircilerden. “Durumunu” ne zaman anladı, trans olmaya nasıl karar verdi, ailesi ne tepki verdi... En çok merak edilen bu, hâlâ hayatta olduğuna göre ailesi ne dedi... Bu konuda çok şanslı olduğunu söylüyor, çok açık
Birçoğumuzda vardır; bir zaman, bir de uygun sakinlikte bir ortam bulursa içindeki bütün yaratıcılığın kâğıda kaleme - tuvale döküleceği inancı. Hayal ettiklerimizi ertelemede de en büyük bahanemizdir, gündelik hayatın hayhuyu izin vermez bir türlü, gelen giden, arayan soran olur, olmasa şehrin gürültüsü yeter. Gidip sessiz sakin bir yerde ev tutayım deseniz paranız olmaz.
Şu an size bütün bu bahaneleri bertaraf edecek bir projeden söz etmek üzereyim: Ayvalık Mutluköy’deki Konukevi’nden. Defne Koryürek ki kendisini Slowfood Fikir Sahibi Damaklar’dan Lüfer Koruma Timi’ne, Yedikule Marul Bayramı’ndan Slow Olive’e ucu ekoloji, tarım ve gastronomi alanlarına dokunan pek çok projeden tanıyoruz ile eşi Vasıf Kortun İstanbul’daki hayatlarını bırakıp Mutluköy’e yerleşirken eşe dosta bir veda daveti vermişlerdi. Orada yaptığı konuşmada, Mutluköy’deki hayatlarına isteyen, kendileriyle aynı dertlere kafa yoran insanları da dâhil etmeyi arzu ettiklerini söylemişti.
Sanat dünyasına yön veren isimlerden Mustafa Oğuz’un anlattığı, Selin Ongun’un yazdığı “Yorma Birader”, aynı zamanda bir ‘neşeli’ Türkiye tarihi...
"Hayal kur, yarat, çalış, duruşun olsun, yorma, sev ve yaşa. İşte benim hayatım...” “Mustafa Oğuz Anlatıyor: Türkiye’nin Neşeli Günleri” alt başlıklı “Yorma Birader” (Doğan Kitap) adlı nehir söyleşi kitabından beklentim, ‘70’lerden itibaren Türkiye’nin sanat ve eğlence dünyasına yön vermiş, kitabın yazarı Selin Ongun’un tanımladığı gibi “sahnedekiler için ‘ünlü ve önemli’, sokaktakiler için şöhretli olmayan” ama hepimizin hayatına dokunmuş birinden o günlerin perde arkasını dinlemekti.
Tabii insanlık hali, çevresindeki ünlü isimlerden söz ederken cümlelerini filtreden geçirir, kendisini de biraz kayırır diye düşünmüştüm. Belki yapmıştır gene ama benim 300 sayfa boyunca hissettiğim, iki dostun sohbetine kulak kabartma duygusuydu. Üstelik konuştukları, benim
Bazen bir an oluyor, hatta şanslıysak şimdi anlatacağım gibi bütün bir akşam; insan kendisini tamamlanmış, aradığını bulmuş, zamanının çoğunu kaplayan saçma sapan gailelerden kurtulmuş hissediyor. Üstelik tek de değil, kendisi gibi hisseden binlerce insanla yan yana. “Şu an bu hiçbirini tanımadığım üç bin kişiyle aynı şeyleri hissediyorum, bu kim bilir hangi ırk, din ve inanıştan insanlardan oluşan bütünün bir parçasıyım, ait olduğum yer burası” diyorsun. Hep bir ağızdan, hem de bağırıp çağırmadan, önceden sözleşmiş gibi usul bir mırıltıyla “Sensiz dünya malı neylerim dostum” diye türkü havalandırmışsınız göğe doğru az önce, sizi ayıran ne olabilir?
Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda izlediğim ‘türkü müzikali’ “Gelin Tanış Olalım”, bu ve benzeri bir sürü duyguyla, çok coşkulu bir ruh haliyle yolladı beni Taksim’in kalabalığına. Hani az önce Fırat Tanış yanımızdaki -önümüzdeki- arkamızdaki tanımadığımız insana elimizi uzatıp “Merhaba” dememizi