Bir videosu olmadığı için sadece okuduğunuza inanmanız gereken bir olay anlatacağım şimdi. Öznur Sazlar, kocasından boşanmaya çalışan bir kadın. Bir küçük oğlu var ve aynı durumdaki pek çok kadın gibi, boşanma isteği hayati tehlikeyi de beraberinde getirmiş durumda. Kocası kadının canına kastetmekte. Ne yapmasını öneririz? Savcılıktan koruma kararı çıkarttırmasını değil mi?
O da öyle yapmış zaten. Ama kararın süresi dolunca yaptığı yenileme başvurusuna kısa sürede yanıt alamadığı için çocuğunu babasıyla görüştürmek zorunda kalmış. Bu mecburi görüş günü neredeyse Öznur Sazlar’ın canına mal oluyormuş. “Demek benimle inatlaşırsın” diyerek kadını tam on beş yerinden bıçaklamış H.S. diye anılan koca.
İlk bıçak darbesi doğrudan kalbini hedef aldığı, göğsüne, boğazına peş peşe darbeler isabet ettiği için, kadının kaçıp canını kurtarabilmiş olması gerçek bir mucize. Ama başarmış, çok şükür yaşıyor. Kanlar içinde sokağa fırlayıp sığındığı tantunici ona sahip çıkmış ve
Ülkemize dair en çok canımı yakan şeylerden biri, kadın denen varlığın şiddetle, acıyla, ölümle bir anılması. Tabii bu çok haklı olarak böyle, çünkü kadınların acı çektiği, şiddete maruz kaldığı ve öldürüldüğü bir coğrafyada yaşıyoruz. Ama işte bir o kadar da güçlü, duyarlı, yaratıcı, el ele verince dönüştürücü olabildikleri bir coğrafya burası.
Ne bileyim, Kars’ın bir dağ köyünde sırf kendi çabalarıyla topraklarının zengin bitki çeşitliliğini bir kazanca çevirebiliyor, hem şifa dağıtırken hem kendilerine gelir sağlayabiliyor, yetmez gibi Fransızca öğrenip Fransız bitki bilimcilerle iş birliği yapabiliyorlar mesela. Ve biz birdenbire Boğaköy’ün kadınlarından haberdar oluyor, onların bir araya gelerek yarattığı mucizeye tanık oluyoruz.
Ya da Toroslar’da yaşayan bir grup kadın, Arslanköy Kadınlar Tiyatro Topluluğu diye bir ekip kuruyor, oyunlar sahneliyorlar. Sabah erkenden kalkıp evlerinin işlerini bitirip sonra ezberlerini yaparak. Hikâyelerini Pelin Esmer “Oyun”adlı
Gerçekten imrendirici derecede dertsiz, tasasız bir toplumuz. Hayat her anlamda tıkır tıkır işliyor, ekonomik kriz semtimize uğramamış, taciz yok, kadınlar öldürülmüyor, kimsenin gelecek kaygısı yok, dert üstü murat üstüyüz. Öyle ki kendimize yoktan gündem var ediyoruz. Ne konuşsak ne konuşsak hah, insanlar “yerine göre” giyinmiyor, bu ülkenin kanayan yarası bu, bunu konuşalım.
İstanbul AVM’lerindeki bazı kızların “ayıp sınırını aşan” şort boylarından şikâyet eden bir tweet atan Ömür Gedik’in açtığı kapıdan ortaya dökülenlerle bütün Twitter âlemi çalkalanıyor iki gündür. Fazla kısa giyiyorlarmış, mesele bu. Teşhircilikmiş yaptıkları.
İstanbul’da çekilmemiş bir temsili fotoğrafla süslenen iddianın mizah malzemesi olarak çok iş görmesi bir yana, bir de konuyla ilgili ciddi ciddi fikir beyan edenler, aynı şekilde kısa şortlardan mağdur olup destek çıkanlar var ve hep beraber başladık gene giyim kuşam kavgasına. Hangi boy şort giymek caizdir, “ayıp sınırı” nerede
İşimize gelmeyen gerçekleri gözümüze sokulmadıkça kabul etmemek gibi bir huyumuz var. Biraz da sosyal medyanın sürekli her şeyi videosunu - fotoğrafını çekerek önümüze koymasıyla ilgili olsa gerek. Göz görmeyince gönül katlanıyor demek.
Nasıl ki küçücük çocukların yaşam umuduyla bindikleri botlardan ölülerinin çıktığını Aylan bebeğin yüzükoyun, uyur gibi yatan fotoğrafıyla idrak ettik, eski kocası tarafından boğazı kesilen Emine Bulut’un kanlar içindeki görüntüsü, “Ölmek istemiyorum” feryadı, “Anne lütfen ölme” diye çırpından küçük kızının çaresizliği de nihayet kadınların öldürüldüğünün geniş bir kesim tarafından kavranmasını sağladı.
Artık görmezden gelecek halimiz kalmadı: Evet, kadınlar öldürülüyor ve bunlar “münferit” olaylar değil. Kimse cennet vatanımızın güzel insanına iftira atmak için uydurmuyor bu “kadın cinayetleri safsatasını”. Kadın
Medyamızın kullanmaya bayıldığı bir tabir bu; “Tanınmaz hale geldi”. Şimdi artık sosyal medya kullanıcılarının da diline pelesenk oldu. Tabii ki ünlüler, çoğunlukla kadınlar için kullanılıyor. Ne zaman tanınmaz hale geliyor bu kadınlar? Evlerden ırak, kilo aldıkları zaman. Bir kadının başına gelebilecek en büyük felaket bu.
Erkeklere malum her şey yarıyor, şarap gibi yaşlanıyor, şişko değil “yapılı” oluyorlar. Kilo almak, göbek bağlamak, saç dökmek, kırışmak, bunlar erkeği tanınmaz hale getirmiyor, cazibesinden de eksiltmiyor, hatta hafiften karizma kattığı bile söylenebilir. Ama kadın, aldığı her bir kilonun hesabını karşısına çıkan eşe dosta, mahalle bakkalına, komşu teyzeye, münasebetsiz iş arkadaşına vermekle yükümlüdür. Bir de ünlüyse, bütün ülke çıkar karşısına: Ne olmuş falancaya? Tanınmaz hale gelmiş!
Annelik gibi birçok alanda kadına dokunulmazlık sağlayan bir müessese bile alınan kiloları mazur göstermeye yetmez. Bakınız, Fahriye Evcen, daha doğum yapalı dört ay olmuş, kocası ve bebeğiyle beraber
17 Ağustos, unutmadığımızı her yıl dönümünde tekrarladığımız Marmara depreminin 20. yılıydı. 20 yıl geçmişti yaşayan kimsenin hafızasından silinemeyen o saniyelerin üstünden. 20 yıldır göremiyordu sevdiklerini o enkazların altında bırakanlar.
Andık gene, kayıplarımızı andık. Tek tek isimlerini yazdık, fotoğraflarına baktık, çiçekler koyduk hatıralarına. Unutmadık, dedik.
Peki, aramızda iç rahatlığıyla “Bitti geçti çok şükür, çok kötüydü, korkunçtu ama neyse ki bir daha yaşanmayacak” diyebilen oldu mu? Hepimiz biliyoruz değil mi gene yaşanacağını? Uzmanların bizi durduk yere korkutmaya çalışmadığını? Muhtelif ülkelerden araştırma yapıp Marmara denizindeki hareketliliğe dair bulgular aktaran bilim adamlarının bizi dehşete kaptırmayı misyon edinmiş düşmanlar olmadığını?
Gelecek yani. Ve biz aradan 20 - 25 - 30 yıl geçmişken daha hazırlıklı yakalanmayacağız depreme. Gene bir takım binalar dimdik ayakta dururken bazıları yıkılacak, yıkılacağı çoğunlukla baştan bilinenler yıkılacak. Bu sürpriz olmayacak. Kendimizi atıp canımızı
Bundan şikâyet edip burun bükmek de bir seçenek ama bence kabul edip barışmak daha gerçekçi: Doksanlar nostaljisi bitmiyor. Hâlâ İstanbul’da dans edip eğlenebileceğiniz birkaç kulüp var ve gecenin bir noktada Mustafa Sandal’lara, Reyhan Karaca’lara, Harun Kolçak’lara, Aşkın Nur Yengi’lere bağlanması kaçınılmaz. Tabii baştan sona doksanlara adanmış bir gece değilse.
Youtube, Spotify, bilumum dijital platform doksanlar izleme - dinleme listeleriyle dolu. Ve biz özellikle büyüme çağı o yıllara rastlayanlar bu bayramı doksanlara kilitlenerek geçirdik. Çünkü NTV’de Söz ve Müzik belgeselinin “90’lar” bölümleri vardı.
Suat Kavukluoğlu ile Handan Özsoy’un hazırladığı, Yavuz Hakan Tok’un metin yazarlığını ve danışmanlığını, Hakan Eren’in danışmanlığını üstlendiği belgesel, 2013’ten beri popüler müziğimizin farklı dönemlerine ışık tutan, farklı temalara odaklanan bölümlerle karşımıza çıkıveriyor. Böyle böyle 22
Haber sitelerinde ve gazetelerde bayrama dair haberlere bakıyorum. Konuyla ilgili hiçbir fikri olmayan bir uzaylı aramıza katılıp yazılanlara çizilenlere baksa ne düşünürdü diye tahmin yürütmeye çalışarak.
Bildiklerimiz şunlar: Ülkede, özellikle büyük şehirlerde hayata 10 günlük bir ara veriliyor. Eczaneler, marketler, restoranlar, kafeler kapalı. İnsanlar topluca evlerini terk edip deniz olan bölgelere göçüyorlar.
Çok misafirperver sayılmaz oraların halkı; beklerken bütün fiyatları ikiye katlamışlar. Ulaşım desen zaten ateş pahası. Başka zaman alacağın uçak bileti 100 lira idiyse şimdi 500. Karayoluyla gidecekleri ise bekleyen ciddi tehlikeler olsa gerek ki, her mecradan uyarılar yapılıyor. “Sürat felakettir”den “kemer hayata bağlar”a türlü özlü söz sarmış her yanı.
Nitekim daha ilk günden başladı “bayram kaza bilanço”ları. Cuma mesai bitiminden arife günü olan cumartesi 17.00’ye kadar yurt genelinde 26 kaza olmuş, 9 kişi ölmüş, 112 kişi yaralanmıştı.