Cuma gününü kana bulayan, haftayı karabasan gibi kapatmamıza neden olan Yeni Zelanda Christchurch cami saldırısının ardından insana olan inancımı tazeleyebilmek için izlediğim tek şey, Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in yakınlarını kaybedenlere yaptığı taziye ziyaretinde çekilen görüntüler.
İnce, zarif, tüy gibi hafif bir kadın. Siyahlar giymiş, başına siyah bir örtü almış, yüzünde görüp görebileceğiniz en samimi acı ifadesi. Hani genelde bir mekâna bir devlet büyüğü rüzgârıyla girer ve kendini belli eder ya, onun varlığı serinletici bir meltem gibi. Kederli ailelere bir sarılması var, ancak kapı komşusu böyle sarılabilir insana.
Ama zaten mesele de bu, bir başbakan olarak o insanları komşusu, dostu, yakını kabul etmesi. Öldüren kim, öldürülenler kimlerden diye bakmadan, bugünü “ülkenin en karanlık günü” ilan etmesi. “Onlar Yeni Zelanda’yı evleri olarak gören göçmen veya mülteciler ve evet, bu ülke onların evi” demesi. “Onlar biziz, bu ülkede benzeri görülmemiş şiddeti uygulayan kişi bizden değil. Böyle insanların Yeni Zelanda’da yeri yok” diye net bir şekilde safını belirtmesi. Tekrar edeyim; “Onlar biziz” demesi.
Bilmiyorum size tanıdık geldi mi, onun bu sözlerinin ardından
Firuze Engin’in yazıp yönettiği “Güle Güle Diva”da Selen Uçer bir hastanede yolları kesişen birbirinden farklı dokuz kadını canlandırıyor...
Hastane koridoru, her canlının bir gün mutlaka tanıştığı, kendine ait ritmi, akışı, kuralları olan bir yaşam alanıdır. Her yaştan, eğitimden, sosyal sınıftan insanın aynı “çaresizlik” düzleminde eşitlendiği bir yerdir bir kere ve eğer yeterince zaman geçirirsen birçok hikâyeye de tanık olursun. Büyük kederlere ve büyük sevinçlere, dermanlı ve dermansız dertlere, bin bir türlü insanlık haline.
Hele bir de adeta görünmez gibi odadan odaya, koridordan koridora dolaştığını, insanların gözlerinin ta içine baktığını, konuşmalarına kulak verdiğini, hallerini dinlediğini düşün. Günseli gibi.
Efendim, Günseli, Sefaeli’nde yaşayan evli, mutsuz, çocuklu bir kadın. Okumaya çok meraklıymış genç kızlığında ama üniversiteye yollamamışlar, kocaya vermişler onun yerine. Severek değil, görücü usulü. Başı önde, utangaç bir delikanlıya benzeyen kocası nikâhı basınca ilk iş çalışmasına, ikinci iş de kitap okumasına engel olunca, yuva denilen “boncuklu kuş kafesine” tıkılıp kalmış. Neyse ki beş yıl sonra bir diş hekiminin yanında sekreter olarak işe girmesine izin
“Ne olacak efendim, dilimize böyle yerleşmiş, ne zararı var?” Herhangi bir söz için “cinsiyetçi” dediğinde genel olarak karşılaştığın tepki bu oluyor. Halbuki ne zararı olduğunu her gün örneklerle görüyoruz. Kadınların hayatın her alanında karşılaştığı cinsiyet ayrımcılığının bire bir karşılıklarını kullandığımız dilde bulmak mümkün.
İlle argodan, küfürden söz etmiyorum -ki o alanda zaten durum içler acısı bir işi övmek için kullandığımız “adam gibi”, “adamakıllı” gibi tanımlardan başlıyor iş. “Erkek sözü” vermekten, “büyüyüp adam olmaktan”... Bir işi iyi yapmanın, başarılı olmanın, güvenilir olmanın yolunun erkek olmaktan geçtiği bilgisi bu masum görünüşlü tanımlarla gelip oturuyor zihnimize. Zararı en hafifinden bu.
Medyanın, gazetelerin, televizyon dizilerinin, reklamların kullandığı dil o nedenle bu derece hayati önem taşıyor ve bu nedenle bu alana el atan tüm kurum ve kuruluşlar takdiri hak ediyor. Akıntıya karşı kürek çekmeyi, genel kabullere karşı çıkmayı, bir de üstüne “başka işiniz yok mu?”larla uğraşmayı göze alıyorlar çünkü. Geliştirdikleri teknolojiyle televizyon dizilerindeki cinsiyetçi söylemleri filtreden geçirip üzerine “kırmızı çizgi” çeken Vodafone gibi.
Bu hafta
Sonra “vurması” en kolay insanların hayvan hakları savunucuları, vejetaryenler, veganlar olduğunu söylediğimde şaşıranlar oluyor. Asıl kendilerinin et yemez kürk giymezlerin hışmına uğradıklarını söyleyenler bile çıkıyor. Hâlbuki ikisi birbiriyle kıyas kabul etmez, birisi bir kere baştan “azınlık” kabul ediliyor, daha sözünün hükmü yok, hışmından ne olacak? Koskoca profesör doktor, karşına geçip “tahıl beyinli” diyor sana, ötesi var mı?
Hayır bir de aynı şekilde karşılık vermek de zor. İnanmayana denemesini öneririm. Birini ava gittiği ya da kürk giydiği için eleştirin ve görün. “Anormal” damgası yiyeceksiniz ve eğer Panter Emel değilseniz, mümkün değil aynı sertlikte cevap veremeyeceksiniz. İşin doğasına aykırı, karşınızdaki canlıya saygı diye bir şey var düşüncenizin temelinde çünkü. Kırk fırın ekmek yemeniz lazım bu derece benmerkezci yanıtlardan bir dağarcık oluşturabilmek için.
Bakınız, Bülent Ersoy’un kürküne “dil uzatanlar”a verdiği cevaplar. Yeni bir şey değil, biliyorum, o istediğini giyiyor, istediğini söylüyor, bir dokunulmazlık zırhı var artık. Bu vesileyle de tekrar ettiği, kendisinin Ağrı Dağı’nda oturup ayaklarını salladığı, aşağıda yuvarlanıp giden biz fanilerden
1970 yılında 41 yaşındayken kaybettiğimiz tiyatro insanı Sermet Çağan’ın tasarladığı ama yazmaya zamanının yetmediği oyunu “At Gözü”, 90. doğum yılında Yiğit Sertdemir’in kaleminden seyirciyle buluşuyor
Yıl 1968, tarih 21 Mart. Vapur son seferini tamamlamış, yolcular bir bir iniyorlar. İki kişi hariç: Evleri olmadığı için vapurda geceleyen genç âşıklar; Sermet ile Seçkin. İki kişi dedim ama aslında üç kişiler, Seçkin’in karnında kızları Zeynep de var. Ama ne evsizlik kaçırıyor keyiflerini, ne kapılarına dayanmış olan icra memurları, karşılıklı bir söz düellosu, tatlı bir oyun sürüp gitmekte. “Nasıl ama yetmiş beş kuruşa deniz manzarası. Nasıl buldun manzaramızı? / Bayıldım, buraya getirdiğin ilk kadın... ben değilimdir umarım.” Kabul edelim, Seçkin’in zehir gibi zekâsı bir adım önden gidiyor hep, verdiği cevaplarla lafı gediğine koyuyor. Ya da Sermet buna izin veriyor karnı burnunda vapurlarda geceleyen karısını kızdırmamak için. Ve gecenin sonunda bir masal anlatmaya başlıyor. Öyle bir masal ki bebeği uyutmak şöyle dursun, mışıl mışıl uyuyan çocuğun uykusunu kaçırır. Nitekim, “Bazı masallar uyutmak için değil, uyandırmak için anlatılır” diyor ve başlıyor anlatmaya.
Fazla rahat
"Toplumsal hassasiyetler ve ortak değerlerimiz". Bu tanımı her duyduğumda düşünceler alıyor beni. Kulağa son derece hoş geliyorlar aslında. “Ortak değerlerimiz” dendiğinde ne kastediliyor olabilir, düşünelim mesela. Herhalde her canlının birbiriyle eşit haklara sahip olması, birbirinin yaşamına, seçimlerine saygı duyması, kendi tercihlerini diğerine dayatmaması, özgürlük, eşitlik, adalet, bunlar olabilir mesela, ortak değerlerimiz. Havanın, suyun, doğanın temiz olduğu, sağlıkla, huzurla nefes alabildiğimiz bir ülkede her konuda eşit koşullarda yaşama isteği herkes için geçerliyse, ortak değerlerimiz de bunlardır mesela, bunlar olmalıdır. Kendimiz için istediğimizi başkası için de istemeye kalıyor iş.
“Toplumsal hassasiyetler” ne olabilir peki? Mesela fiziksel açıdan zayıf olanın, kendi hakkını savunamayanın korunması konusunda bir toplum hassas olabilir. Çocuk istismarı, kadına uygulanan şiddet, hayvanlara yapılan işkence, doğaya verilen zarar, bunlar hep toplumsal hassasiyetlerimiz deyince akla gelebilir. Çok da güzel olur gelirse, mis gibi bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış oluruz.
Ama bizde ne kastediliyor bu iki kavramla? Toplumsal hassasiyet şöyle bir şey: “Benim gibi
Çok acayip, bu memlekette kadın meselesi doğru şıkkı işaretlemeyi bir türlü beceremediğimiz bir matematik problemi gibi. Zaten teoride “Kadınlar kutsaldır, başımızın tacıdır, evimizin süsüdür, çiçeğidir, narin kelebeğidir” aşamasından öteye geçemiyoruz, pratikte desen o kelebeklerin kanatlarını koparmak en iyi bildiğimiz iş.
Bu genel gidişata karşı çıkmak üzere atılan iyi niyetli olduğu tahmin edilen adımlar da dönüp dolaşıp yanlış kapıya çıkıyor. Gidiş yolu doğru değil çünkü. Kadınların neye ihtiyacı olduğunu anlamadan çözüm bulamazsın. Geçen hafta konu ettiğimiz gibi, kadın konusunu kadınlar olmadan masaya yatıramazsın mesela. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kadınlara danışmadan, onların sözüne kulak vermeden kutlayamazsın.
Zaten hayattaki en büyük sorunu yok sayılmak olan kadını bir kez daha yok sayarak bu soruna dikkat çekemezsin ya da şu an bir şampuan markasının yaptığı gibi. Akla gelen en klişe kadın benzetmesi olan “saçı uzun aklı kısa” özlü sözüne gönderme yapmaya karar vermişler, bundan iyisi “eksik etek” ile “kaşık düşmanı” olabilirdi, akla getirmek gibi olmasın. Ama onlar dâhiyane bir şekilde saçtan girmişler meseleye, şampuanlar ne de olsa. “Aklımız saçımızla ölçülüyorsa”
DOT ve Zorlu PSM iş birliğiyle sahnelenen “Bırak İçeri Gireyim”, iki kırılgan ve yalnız çocuğun birbirine tutunarak güç bulmasına odaklanan bir ilk aşk hikâyesi anlatıyor...
Hani bazı filmler vardır ya, izleyip sevenlerin adeta içgüdüyle birbirini bulduğu, görmeyenlerden sakındığı. Klasik anlamda gişe rekorları kırmamıştır ama gönüllerdeki rekoru ona yeter de artar, üstelik kuşaklardan kuşaklara aktarılarak yaşar. “Let The Right One In” onlardan biri, aslında orijinal adı İsveççe ama yazması okumasından zor. John Ajvide Lindqvist, çok satan romanından senaryoyu da kendisi yazmış, Tomas Alfredson 2008 yılında çekmişti. 2010’da yeniden çevrimi de yapıldı ama kalpler hep ilkinde kaldı.
Şu anda Türkiye’de sahneye konduğu adıyla “Bırak İçeri Gireyim”, bir yanıyla bir vampir filmiydi ama vampirlerle de korku filmleriyle de işi olmayanların gözünde bu filmi kıymetli kılan, son derece dokunaklı bir dostluk, bir ilk aşk hikâyesi anlatıyor olmasıydı. İki kırılgan ve yalnız çocuğun birbirine tutunma, el ele vererek kendilerini daha güçlü hissetme durumuydu anlatılan, sevginin, biri tarafından sevilmenin korkuları defeden gücüydü. Ve bu, dünyanın en evrensel ve insana dair duygusuydu.