Aileden başlayarak bütün kurumların içinde olan biten pislikleri örtbas etme gerekçesidir: Adımız kirlenmesin. İçimizden biri aramızdan birini birilerini taciz mi etti? Aman duyulmasın. Çaldı çırptı, hırsızlık, ahlaksızlık mı etti? Büyük rezalet tabii de, duyulmasa bari. Şiddet, baskı, adaletsizlik kol mu geziyor? Gezsin, yeter ki duyulmasın.
Evet, işte o meşhur baş belası söz: “Kol kırılsın, yen içinde kalsın”. İçerisi leş gibi koksun, biz burnumuzu tıkayıp nefes almaya çalışalım ama dışarıdan mis gibi görünelim. O koku artık üstüne sıktığımız parfümler tarafından kapatılamayacak hale gelene kadar.
Bakınız 2016 yılından bir gazete başlığı: Ankara Üniversitesi’nde taciz depremi. Diyor ki “Ankara Üniversitesi’nde eğitim gören yabancı uyruklu öğrencinin şikâyeti sonrası Prof. Dr. H. B. hakkında soruşturma başlatıldı.”
Hatta soruşturmanın selameti için bir dekan görevden alınıyor o dönem. Fakat gerçek bir “deprem” meydana gelemiyor. Değişim programıyla gelen öğrenciye destek olan birkaç hoca çıksa da genel eğilim “Bölümün adının durduk yerde kirletilmemesi”nden yana oluyor ve hocanın ilk vukuatı olmadığı farklı kişilerce tekrarlansa da, olay örtbas ediliyor.
Ve biz geliyoruz 2019
Joseph Heller’ın İkinci Dünya Savaşı döneminde yazdığı kara komedi klasiği “Madde 22”, Semaver Kumpanya’da seyirciyle buluşuyor. Efsane Yosaryan karakterini Serkan Keskin canlandırıyor.
Yosaryan, edebiyat tarihinin en unutulmaz karakterlerinden biri. Alıntıları yazıldığı günden beri dilden dile dolaşıyor ve ne yazık ki her zaman güncel. İnsanoğlunun içinden savaşma hırsı ve yaşama isteği çıkmadıkça, yazılmasının üstünden altmış yıl geçen ve tek derdi hayatta kalmak olan Yosaryan’a da “Aman ne demode karakter” diyebilmek mümkün olmayacak. Her zaman birileri bizi öldürmeye, biz de ölmemeye çalışıyor olacağız çünkü.
Tam da bu nedenle 20. yüzyılın en önemli savaş karşıtı romanlarından birinin, Joseph Heller’ın kendi İkinci Dünya Savaşı deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı “Madde 22/Catch 22”nin kahramanı olmakla kalmadı, sinemanın da, tiyatronun da konusu oldu. 1970’te Mike Nichols’un yönettiği filmde Alan Arkin oynadı Yosaryan’ı. Yine Heller’ın kaleme aldığı sahne uyarlaması birçok ülkede sahnelendi. En son mayısta başlayacak George Clooney’li mini dizide Christopher Abbott oynuyor. Türkiye sahnelerinde ise Serkan Keskin. Zaten bu yazının konusu da Semaver Kumpanya’nın Işıl Kasapoğlu
Gerçek bir “fan” sayılmasam da, dizi tarihimize imzasını atmış nevi şahsına münhasır işlerden “Behzat Ç.”yi seven, zamanında sık sık siyasilerin, RTÜK’ün, o da olmazsa Yeşilay’ın hışmına uğramasından son derece mutsuz olanlardan biriydim ben.
Çünkü bir sürü defosuyla beraber vicdanı da olan başkomiser karakteriyle gayet sahici bir dünya kuruyor ve bir yandan polisiye bir macerayı götürürken, diğer yandan ince ince pek çok eleştiride bulunabiliyordu. Kayıp oğlunu arayan Kürt annenin feryadına yer verdiği bölümün sosyal medyada nasıl yankı bulduğunu hiç unutmam mesela. Finalde çalan Bandista şarkısını da.
Ya da ne bileyim, Savcı Esra’nın (Canan Ergüder) Behzat’a (Erdal Beşikçioğlu) “Dünyanın ekseni kaydı, 12 santim yerinden oynadı, sen bana bir santim yaklaşmadın” dediği, “Biz senle mutsuz oluruz” cevabını “Olalım ne var, biz de mutsuz oluruz, ben seninle mutsuzluğa da varım” diye geri püskürttüğü efsane sahne benim de unutulmazlarımdandır.
Ama işte her güzel şey gibi o da bitti bir gün. Çok da özlendi. Belki “Şimdi devam ediyor olsa şu konuyu da işler miydi acaba?” diye gönlümüzden geçirdiğimiz anlar oldu. Geri dönüşü güzel bir hayaldi ve şimdi gerçek oluyor gibi görünüyor. BluTV
İran’ın isyankâr şairi Furuğ Ferruhzad’ın nefesi, tiyatro sahnesinden seyirciye ulaşıyor. Kısacık hayatıyla şiirinin iç içe geçtiği “Yaralarım Aşktandır”da Furuğ’u Nazan Kesal canlandırıyor.
“Ben çıplağım çıplağım çıplak
Sevgi sözcükleri arasındaki durgunluk kadar çıplak.
Ve tüm yaralarım benim aşktandır aşktandır aşktan.
Ey şiir ey kan emen tanrıça
Ne zamandır fısıldamıyorsun
Bilemezsin bencilliğinle sen neler neler yaptın
Sevdanı kalbine koyunca onu her şeyinden koparıp attın
Bazı konular her şeyden; aklınıza gelen - gelmeyen her türlü mühim mevzudan daha acil oluyor. Hiç beklemeye, gecikmeye, ertelemeye gelmiyor. Bir çocuğun hayatı gibi mesela. Yeni yıla girerken yaşıtları Noel Baba’dan bebek, top, bisiklet falan isterken “artık iğne olmamak için donör”, bir de şeker isteyen dört yaşındaki Öykü gibi.
Öykü Arin, 2018 yılında lösemi teşhisi konmuş bir çocuğumuz. İlik nakli bekleyen dört binden fazla hastadan biri ama onun farkı, hepimizin kendisini tanıyor oluşu. Çünkü annesi Eylem Şen’in arkadaşları çok etkili bir kampanya başlattı, “Öykü Arin’e Umut Ol” adıyla bir hesap açtılar, aynı etiketle paylaşımlar yapmaya başladılar ve bir süre sonra ailenin de aktif katılımıyla hem Türkiye’nin dört bir yanına hem de dünyanın 12 ülkesine ulaştılar.
Amaçları hem göz bebekleri Öykü’lerine yüzde yüz uyacak bir donör bularak onun hayata tutunmasını sağlamak hem de tüm lösemi hastaları için toplumda ciddi bir dönüşüm yaratmaktı. İnsanlar kök hücre bağışına, ilik nakline dair bilgi sahibi olsunlar, bu kadar basit bir adımla bir insanı hayata bağlayabilecekken bundan kaçınmasınlar, birbirlerine umut olmaktan vazgeçmesinler, buydu kampanyanın niyeti.
Neyse ki hala iyi
Siz o kendini Tarsus’ta adliye koridorlarında yerlere atan annenin çığlığını duydunuz mu? “Nasıl bir adalet bu?” diye haykırıyordu, “Nasıl bir adalet?”. Ciğeri sökülür gibi çıkıyordu sesi. Ciğeri sökülüyordu da zaten, insan çocuğu istismara uğrar da adalet bir türlü yerini bulmazsa nasıl hissederse, nasıl isyan ederse öyle.
Peki, siz 12 yaşındayken istismara uğradığını söyleyen, artık lise öğrencisi olan E.S’nin ifadesini okudunuz mu? “Yaşıtlarım şu anda okulunda sınava girerken ben adliye salonlarında adalet arıyorum. Eğer adaletin tecelli etmesi için benim ölmem gerekiyorsa biri bunu bana açıkça söylesin.” diyordu. Bir çocuğa bunu söyletmeyi başarmıştık el birliğiyle.
Denemiş çünkü her yolu. Susmayı denemiş önce, başta kimselere diyememiş. İçine atmış. Hastalanmış.
İntiharı denemiş sonra, hem de bir, iki değil, üç kez.
Konuşmayı denemiş en sonunda. Çocuğun halinin hal olmadığını fark eden rehber öğretmene açılmış güvenip. Adana’da dört yıl önce olan olaya dair mide bulandıran detayları burada tekrarlamayacağım, merak edenler için internette mevcut. Bilinmesi gereken, çocuk yaz tatilinde Adana’daki bir camide gittiği kuran kursunda istismara uğradığını söylüyor, failin de aynı
On yedi yıl önce “Asmalı Konak”ta ikili olarak izlediğimiz Eylem Yıldız ve Burak Altay, Kavim Tiyatro çatısı altında bir araya geldikleri “İsimsiz” adlı oyunda kadın erkek ilişkilerine dair hayatın bir noktasında herkesin sorduğu sorular soruyorlar
Kadın erkek ilişkilerine dair sorulmadık soru, bulunmadık cevap kaldı mı diye düşünmek mümkün aslında. İnsanın yalnız olamama, biriyle de duramama hali ebedi ve ezeli bir mesele. Hele o beraber durman, bir evi, bir hayatı paylaşman, gelecek planları yapman gereken kişi seninle taban tabana zıt bir duygu ve düşünce yapısına sahip, adeta farklı gezegenden gelmiş bir karşı cins ise.
Mesele bu kadar ortak, çözülmesi de bu kadar zor olunca, edebiyattan sinemaya sürekli karşımıza çıkması da kaçınılmaz oluyor tabii. Özellikle de şehir insanının gittikçe yalnızlaştığı bir dönemde. Ve hâlâ her bakış açısıyla yeni kapılar açılabiliyor önümüzde. Alman yazar Tilla Lingenberg’in 2011 yılında, “özgürlükler” konulu 3. Augsburg Oyun Yazarlığı Yarışması için yazdığı “İsimsiz” adlı oyunda olduğu gibi.
Karakterler de isimsiz
Kahramanlarımızın da oyun gibi isimleri yok, bir kadın ve bir erkek. İkisi de oyuncu. Yıllarca muhtelif ödenekli tiyatrolarda
Vallahi bravo, Sabiha Gökçen Havaalanı Taşıma ve İşletme Kooperatifi (SAWKOOP) işi çözmüş. Bakmış yolcularda taksiye binme konusunda bir ayak sürüme, bir manasız Uber merakı. Demiş “Bu yolcuların bir ulaşım aracında aradığı, bizim taksilerde olmayan ne olabilir?”
Şoförlerimiz yeterince hoyrat mı davranmıyorlar? Evvelallah, bir itip kakmaları eksik. O da artık havaalanı çıkışında herkesin gözü önünde olmasın bir zahmet.
Yolcu alırken seçici mi davranmıyorlar? Hem de nasıl, beğendikleri, beğenmedikleri güzergâhlar konusunda gayet net bir duruşları var. Sıradan çıkacaklarsa buna değmeli, üç kuruş için teker dönmez. Dönerse de o yolcu o yere gittiğine pişman edilir.
Yolcuyu gezdirip dolaştırmıyorlar mı? Rica ederim, aynı yakada A noktasından B noktasına gidecek adamı köprüden geçirip Boğaz havası aldıran taksi şoförleri gördü bu gözler, kim yapar bu fedakârlığı, siz söyleyin.
Kazıklama âdetleri mi yok? İşte orada durun. Yolcuyla aralarına taksimetre gibi soğuk teknolojik aletler sokmayı tercih etmiyor olmaları onları kötü niyetli yapmaz. Pazarlık geleneklerimizde var bir kere. Ne demiş atalarımız: “Dövüşerek pazarlık et, güle güle ayrıl.” Önemli olan müşteriyi güldürmek son tahlilde.
Peki,