Arabesk oldu olası tartışılagelen bir müzik, memleketimizde. Zaman zaman çok sert şekilde itham edilir, umutsuzluğa sevk etmekle suçlanır, hor görülür. Fakat benim kişisel gözlemim, yeri geldiğinde en burun bükenleri bile avucunun içine almasının an meselesi olduğu... ‘Hepimizde’ deyip kimseyi kızdırmak istemem, çoğumuzda bir arabesk damar var, bununla barışalım diyerek konuya geleyim.
Devam etmekte olan İstanbul Film Festivali’nde Ertem Eğilmez’in arabesk kültürle eğlenen filmi ‘Arabesk’ 30’uncu yılı nedeniyle yeniden gösterildi. Aynı gece gösterim sonrasında festival müdavimleri Cahide Müzikhol’deki ‘Yüzde 100 Arabesk’ gecesinde en ‘damar’ şarkılarla eğlendi. Hafif kahırlı bir eğlenme biçimi evet, ama epeydir bir müziğe hep beraber bu kadar canı gönülden kendini kaptırmış, üstelik bu kadar farklı insanlardan oluşan bir kitle görmemiştim. Arabeskin birleştirici gücü değil de ne?
10 numara sahne hakimiyeti
Gecenin ev sahibi ve orkestrası, İstanbul Arabesque Project’ti. Kendileri rock alt yapılarla arabesk ruhunu birleştirmeyi en iyi bilen gruplardan. Şarkıya, geçtiğimiz ay İngiltere’den aramıza katılmış gibi yaklaşan bir solistle yorumladıkları parçayı, tanınmaz hale getirmiyorlar,
Mahkemelerde kadın katili erkekleri savunmak için üretilen gerekçeler gerçek birer yaratıcılık örneği. Öyle ya, normal şartlarda karısının, kızının, kız kardeşinin ya da tanımadığı herhangi bir kadının canını alan bir insan nasıl haklı çıkarılabilir? Zorlamak lazım şartları.
Ama sanırım İstanbul Anadolu 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan Erhan Timuroğlu’nu savunan avukat Murat Ayhan Gürdoğan bu alanda çığır açtı. Erhan Timuroğlu, 2016 yılında 24 yaşındaki kız kardeşi Ceylan Timuroğlu’nu iş ortağıyla ilişkisi olduğu gerekçesiyle vurup öldürmüş bir ağabey. Kasten adam öldürmek suçuyla yargılanıyor ve ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırılıyor.
Ceza öncelikle aileyi hiç memnun etmiyor. 24 yaşında gencecik bir kadın hayatından olmuş, babası şikâyetçi değil, diğer abisi de “Onlar birbirini seven iki kardeşti, ağabeyim müebbedi hak eden bir insan değil, karar çok moralimizi bozdu” diyor. Demek kız kardeşleri ölmeyi hak eden bir insan.
Kaldı ki avukatına bakarsak da Erhan Timuroğlu masum. Cinayetin tasarlanmadığını, müvekkilinin çok düşmanı olduğu için tuvalete bile tabancayla gittiğini söylüyor rahat rahat. Hani özrü kabahatinden büyük deyişinin hayata geçirilmiş hali.
Kardeşinin
Seray Şahiner’in son romanı ‘Kul’un kahramanı Mercan, Dolunay Soysert’in yorumuyla TOY İstanbul sahnesinde
"Görülmeden yaşayan bir kadının gördüklerinden bir yaşam kurma özlemi." Seray Şahiner’in son romanı ‘Kul’, böyle tanımlanıyordu arka kapak yazısında. İçinde koskoca bir dünya gizliyken her gün karşılaştığı insanlar tarafından sadece apartman merdivenlerini silen kadın gibi görünen Mercan’ın hayalleri, hayal kırıklıkları, yaşamak isteyip yaşayamadıkları gizliydi içinde.
Ve Mercan o kadar canlı, sahici, elle tutulup gözle görülür bir karakterdi ki bir yandan, roman sayfalarından çıkıp karşımıza dikilmesi an meselesiydi. Nitekim oldu. Dolunay Soysert tarafından ete kemiğe büründürüldü ve TOY İstanbul sahnelerinde seyirci karşısına çıktı.
Tek isteği bir çocuk
Mercan hayırsız bir kocası, azıcık aşı ve hayli ağrılı bir başı olan bir kadın. Bütün gün canını dişine takıp çalışıyor, evi geçindirdiği yetmezmiş gibi, yan gelip yatan kocasına da para yetiştiriyor. Bir yandan da o yatır senin, bu kilise benim, dolaşıp bulduğu yere çul çaput bağlıyor. Neden? Çünkü çocuğu olmuyor. Ve asla “Çocuk da yaparım kariyer de” gibi bir hevesi yok Mercan’ın. Bir çocuk adeta hayattaki bütün dertlerine
Gerçekten bazı haberleri okuyunca umutsuzluğa kapılıyor insan. Şaka olsa çok güleceğiz ama gerçek olunca hiç komik değil.
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun “Bayrak” adlı oyunu -ki tiyatromuzun en özgün kalemlerinden Berkun Oya’nın imzasını taşıyan; zamanında yazarına Afife Cevat Fehmi Başkut özel ödülünü kazandırmış bir oyundur- Trakya turnesine çıkmış. Hemen burada bir not daha; “Bayrak” Berkun Oya tarafından “Masum” adıyla dizileştirildi, Blu TV’nin ilk işi oldu, pek de ses getirdi.
Oyun, bir kıskançlık cinayeti üzerinden ikisi birbirinden arızalı iki kardeşin karılarıyla ve anne babalarıyla ilişkilerini anlatıyor. İstanbul DT’nin sitesindeki “oyun detayı” bölümünden aktarırsak, “Oğulların eşleriyle yaşadığı mutsuz ilişkiler üzerinden aile kavramı, iletişimsizlik ve şiddet olguları”nı sürprizli bir kurguyla sorguluyor. Anlaşılmayan bir şey yok, konu net, öyle değil mi?
Peki Kubilay Karslıoğlu tarafından sahnelenen oyunun Trakya turnesinde ne oluyor? Tekirdağ’da Ergene Kültür ve Sanat Derneği’nin düzenlediği etkinlikte seyirciler ellerine Türk bayraklarını alıp, üzerlerine Atatürk baskılı tişörtlerini giyip salonu dolduruyorlar. Neden mitinge gider gibi gidiyorlar? Çünkü oyunun adı
"Tutkulu bir plak koleksiyoncusu... Koleksiyonuna yeni plaklar katmak için İstanbul’un muhafazakâr sokaklarında porno resimler/filmler pazarlıyor. Karısını, kızını, bütün dünyayı bir kenara bırakmış. Sezenak Su Çince bir plak mı yapmış ne, onun peşinde. O plak için yapmayacağı şey yok. Hatta..." Böyle yazıyor, alemin en kral adamlarından Naim Dilmener’in Doğan Kitap’tan çıkan yeni romanı ‘Obsesyon’un arka kapağında... Şaşırtıcı değil. Birisi tutkulu bir koleksiyoncunun romanını yazacak idiyse, bu elbette yıllarını, hatta hayatını bu işe adamış ama romanının kahramanı Selami’nin aksine, bunu sevgili karısı Belinda ve biricik oğullarını asla imal etmeden yapmış Naim Dilmener olacaktı.
Türkiye panoraması sunuyor
Ama belki şaşırtıcı olan, ‘Obsesyon’ romanının bir koleksiyoncunun plak tutkusu ya da Sezen Aksu’nun yazdığı gibi ‘Biraz deliliğe benzeyen ünlü fan ilişkisinin’ çok daha ötesine; ülkenin ve de en çok İstanbul sokaklarının bugünkü haline son derece sahici ve ‘neşeli bir ışık’ tutmasında. Ki hele bu ikincisinin ne kadar zor olduğunu
tahmin edebilirsiniz.
Kendisini “Ben hatasıyla sevabıyla, takıntısıyla, saplantısıyla, yalnız yaşaması gereken biriydim. Şuraya gidiyorum buradan
Kültür sanat muhabiri olarak bu mesleğe girişim ‘90’lı yılların ortalarına denk gelir. Füsun Demirel’i sahnede ilk izleyişim ‘80’lerin sonlarına. Alfred Jarry’nin “Kral Übü”sü Orhan Duru’nun uyarlamasıyla “Üzbik Baba” adıyla Dostlar Tiyatrosu’nda oynanıyor, Genco Erkal’ın karşısında izleyeni şaşkına çeviren enerjisiyle Füsun Demirel. Nefesimi tutup izliyorum.
Sonra işte gazeteciliğe başlıyorum, bu hem sahneden hem “Uçurtmayı Vurmasınlar”dan “Aaaah Belinda”lara, “Züğürt Ağa”lardan “Bir Yudum Sevgi”lere Türk sinemasının bir dolu yüz akı filminden hayranı olduğum oyuncuyla tanışma fırsatım oluyor. Onun tiyatroya İtalya’da Dario Fo’nun asistanı olarak başladığını, iyi bir oyuncu olmanın yanı sıra Dario Fo-Franca Rame oyunlarını Türkçeleştiren değerli bir çevirmen, bir de üstüne çok mütevazı ve dost canlısı bir insan olduğunu öğreniyorum. Karşısındaki tıfıl muhabire de son derece saygıyla, arkadaşça yaklaşıyor, şaşırmayın belirtmeme, sık rastlanan bir durum değildir.
Sonra “Şaşıfelek Çıkmazı”ndan “Sıdıka”ya sevdiğimiz pek çok komedi dizisinin lokomotifi olarak izliyoruz Füsun Demirel’i. “Yalan Dünya”nın Servet’i hâlâ akıllarda. Küçük rol büyük rol demeden bulunduğu sahneye damgasını
Craft Tiyatro’nun yeni oyunu ‘Killology’, adını taşıdığı acımasız bilgisayar oyununun yollarını kesiştirdiği üç insanın hikâyesini anlatıyor.
Yıllar önce çalıştığım bir yerde bilgisayar oyunlarıyla haşır neşir bir ekip vardı, 30’una merdiven dayamış kocaman adamların birine kızdıklarında öfkeyle yerlerinde zıp zıp zıplayıp bağırdıklarını hayretle izlediğimi, bunu da sonunda o oyunlara bağladığımı hatırlıyorum. Hani mümkün olsa üç kere ateş edip, “Geber, geber, geber” diye haykıracaklar.
O yüzden birçok çocuğun hayatına mal olan Mavi Balina dehşet verici ama şaşırtıcı değil. Yaşı kemale ermiş insanlar için bile gerçek hayatla oyun arasındaki sınır çok keskin değilken çocuklar ve ergenler için nasıl olsun?
Öldürme oyunu
‘Killology’, tamamen öldürme üzerine kurulu bir bilgisayar oyunu. Ama öyle çek silahı, ateş et şeklinde değil; ne kadar acılı ve yaratıcı öldürme biçimleri icat edersen, o kadar puan alıyorsun. Bu alandaki hayal gücün kadar başarılısın oyunda. Üstelik kurbanın acı çeker, bağırır, yalvarırken gözlerini ekrandan kaçırdığın anda puan kaybediyorsun. Yaptığın şeyle yüzleşmen gerekiyor yani. Tam da bu nedenle, yaratıcısı Paul’a göre geliştirdiği oyunda ahlaki olmayan hiçbir
Bir başkent nasıl bu kadar sakin ve huzurlu olabilir? Vilnius’ta kendime sorduğum ilk soru bu. Üç günün sonunda Litvanya’nın başkentinden ayrılırken bazı cevaplarım var. Tabii ki birincisi insan insan üstünde olmadan yaşayabilecek kadar nüfusa, dolayısıyla da bu nüfusa yetecek eğitim, iş ve sosyal yaşam olanaklarına sahip olmaları. Bu aslında tek başına bir sürü şeyi açıklıyor.
Hakikaten enteresan bir huzur ve güven ortamı hakim şehre. Kaldığımız otel Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve üniversiteyle aynı sokakta, öyle düşünün. Üçü yan yana sıralanıyorlar ve ortada herhangi bir ‘güvenlik’ gücü görünmüyor. Eurostat’ın araştırmasında en ‘yaşanası’ Avrupa şehri seçilmesine şaşırmamak lazım.
Vilne Deresi kentin ortasından nazlı nazlı akadursun, üzerine çiftlerin aşklarının sembolü kilitler astığı bir köprü sizi “Uzupis Cumhuriyeti”ne buyur ediyor. Yazıyor üzerinde; “Uzupio Respublika”. Dünyanın en elini kolunu sallayarak girebileceğin cumhuriyeti.
Efendim burası bir zamanlar yoksulların, evsiz barksızların yaşadığı bir bölgeymiş. Özellikle Litvanya’nın tüm izlerini yok etmek için canla başla çalıştığı Sovyetler Birliği zamanında. Daha sonra düşük kiralar nedeniyle sanatçılar taşınmaya başlamış