Uzun bir süredir tanıyan tanımayan birçok kişinin içi titreyerek, iyi dileklerini, dualarını, neşelendirecek fıkralarını, fotoğraflarını, artık neyin faydasına inanıyorsa onu yollayarak izlediği Onur ile Ceren’in hikâyesinde tek kişilik döneme geldik bu hafta. 2007’den beri beyin tümörüyle mücadele eden Onur Ürenden’i 34 yaşında bu dünyadan uğurladık.
Bir mucize varsa eğer, aralarındaki sevgiydi.
Bir hafta on gündür, artık sonun yaklaştığını bilen Ceren’in yazdıklarını hayranlıkla okuyorum yine. Çünkü çok dürüst ve gerçekler. En çok da “Mucize olacak inanıyoruz, direnin lütfen, bırakmayın kendinizi, sözleri artık çok incitici, yorucu ve herhangi bir şeye fayda etmiyor. Hatta yapılacak bir şey varmış da başarısızmışız, becerememişiz gibi hissediyoruz” demesi. Kendi çok sevdiğim birinin hastalığında yaşadım, bilirim ne fena gelir insana. Hele o “Sen iyi düşün, iyi olsun”lar, sanki ben istedim de geldi bu hastalık başımıza gibi bir duygu bırakır ardında. Yeterince güçlü gitmesini istersem, gidecek gibi. Kendini inandırabilmişsin gibi bir de başkalarını ikna etmen gerekir elden bir şey gelmediğine. Yorucudur sahiden.
Yine Ceren “Onur’a iyileşme misyonu yüklemek haksızlık” diyor; “Bu dünyanın daha güzel bir yer olduğunun kanıtını Onur’un iyileşmesine bağlarsanız hata yaparsınız”.
Halbuki o kanıt var bu hikâyede de, aradığımız yerde değil. Sonuçta değil, süreçte. Mutlu son beklemeden izlenen filmin kendisinde.
İlham almak istiyorsak, bakmamız gereken yer bu iki insanın iyileşme yolundaki çabaları, Beyin Tümörü ile Yaşamak adlı blogda deneyimlerini başka ihtiyacı olanlarla paylaşmaları kadar, hatta daha da fazla, hiçbirimiz için garantisi olmayan yarını düşünmeden bugünü yaşamaları olmalı. Mücadele bu. Hayata nanik yapmak, ‘yenilmemek’ ancak böyle mümkün. Yoksa ölüme karşı mücadeleyi kazanan olmamış.