Acaba hiç bu kadar kanıksamış mıydık ölü çocuk fotoğraflarını? Gazetelerin ilk sayfalarında görmeye en çok alıştığımız manzara oldu, sahile vurmuş çocuklar. Aylan Kürdi’de bir şok etkisi yaratmıştı, evet. Uykularımız kaçmıştı, utanmıştık üstünü örterken sıcak yataklarındaki çocuklarımızın. Resimlerini çizdik, şiirler yazdık, unuttuk. Almamız gereken dersin yanından bile geçmedik. Şimdi “Bir Aylan daha” oldu adları. Yakında flaş haber olmaktan çıkıp iç sayfalara da transfer olurlar. Vicdanımızı sızlatıp durmazlar yattıkları yerden.
En son Dikili ve Ayvalık’ta çarparken yüzümüze arkamıza yaslanarak izlediğimiz insanlık suçu, polis de İzmir’de sahte can yeleklerinin üretildiği atölyeye baskın yapmış. DHA’nın haberiydi, standartlara uygun can yelekleri 75 TL’den başlarken, denize düşen insanları öldüreceği garanti olan ucuz yelekler üretiliyor burada. Üstüne sahte markalar bastıkları yeleklerin içine normalde yalıtım, ambalaj, dolgu malzemesi olarak kullanılan petrokimya ürünleri dolduruyorlar, bunlar da suyu emip ağırlaşarak insanı suyun üstünde tutmak şöyle dursun, dibine çekiyorlar.
20-30 TL’ye gözlerini kırpmadan cinayet işliyorlar yani. Hatta ellerini de bulaştırmayıp azmettiriyorlar. Kimi kullanıyorlar dersiniz ‘ölüm yelekleri’nin üretiminde? Boğaz tokluğuna çalıştırabilecekleri çaresiz küçük Suriyeli göçmen kızları. Sömürünün de katmerlisi. Allah bilir sorsanız iyilik yapıyorlardır yüce gönülleriyle.
Şimdi merak ediyorum, bugüne kadar kim bilir çoluk çocuk kaç kişinin ölümünü hazırlayan, en son el konulan 1263 yelek kadar cana da kasteden bu kişiler hangi suçtan yargılanacaklar? Sahte mal üretimi, kaçak işçi çalıştırma gibi ‘eften püften’ ticari suçlardan değil umarım. Bu planlanmış bir cinayet değilse nedir?
Ve çocuk ölümlerinden vicdanımız sızlamadan rant sağlayabilir hale de geldiğimize göre, her fırsatta kullanıp içini boşalttığımız ‘söz bitti’, ‘insanlık öldü’ gibi iddialı ifadeleri sandıklardan çıkaralım. Onların zamanı şimdi asıl.
Fındıklı Parkı’na rahat yok
İstanbul bütün yoğun çabalarımıza rağmen hâlâ mucizeler barındıran bir şehir. Ummadığın bir anda deniz çıkıverir karşına mesela. Henüz o ihtimali yok edememişizdir. Cihangir’in, Gümüşsuyu’nun dar bir sokağından dönersin, masmavi görüverirsin Boğaz’ı. Üç beş adım yürürsün, sahile ulaşırsın. Fındıklı parkına... Deniz kokusu alarak oturabildiğin, yürüyebildiğin tek alandır burası neredeyse o çevrede.
Yer-di yani. Ekim ayında Kabataş-Mecidiyeköy-Mahmutbey metro hattı için çalışma ve şaft alanı şantiyesi olarak işgal edilip halka kapatılana kadar.
Fakat hızlı reaksiyon verme özelliğine sahip Beyoğlu Kent Savunması ve de parkının kıymetini bilen birileri çıktı ve sessiz kalmadılar bu işe. Şantiye direklerini söktüler, yeniden bir oyun alanı kurdular, yeşil alanlarına sahip çıktılar. Mutlu son. Tabii kısa bir süre için.
Zira 6 Ocak sabahı sahile indiğimizde ne görüyoruz? Ne sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet, parkın etrafına çirkin suni çim bloklarından çit çekilmiş gene. Denizle bağlantımız kalmamış. Israrlıyız yani, Karaköy’den Kuruçeşme’ye elimizde kalan son deniz kenarı parkını acımadan şantiyeye çevireceğiz.
Bir kere bile orada oturup denize bakmadınız mı? Bir bardak çay içmediniz mi? “Oh be, ne güzel şehirde yaşıyorum” demediniz mi?
Hadi hiçbirini yapmadınız, 1993’ten beri SİT alanı burası, bilmem bir anlamı var mı
sizin için?