Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Zeki Demirkubuz’un yeni filmi “Bulantı”, 2 Ekim’de sinemalarda. Cüneyt Arkın hayranı, sinema tutkunu çocuğun uzun zamandır anlatmaktan vazgeçtiği hikayesinin cezaevinden senatoryuma, triko atölyelerinden işportacılığa uzanan duraklarını hatırlayalım

Yedi yaşında bir oğlan çocuğu... Karlı bir Isparta akşamında sinemanın kapısında bekliyor. Parası yok, içeri sızmanın yolunu ararken ‘okul kitaplarındaki iyi aile resimleri gibi’ bir kare beliriyor: Anne, baba ve kırmızı pelerinli bir kız çocuğu... “Kardeşini de filme götürür müsün?” diye soruyor baba. Bilet alıyor ikisine ve iki çocuk elele tutuşup giriyorlar salona.

Haberin Devamı

Kızın aklında nasıl kaldı bilinmez ama bu sahne küçük oğlanın aklından hiç çıkmadı. Kendisini nasıl büyük ve önemli hissettiğini de unutmadı, arkalarından bakarken nasıl yalnız ve gariban olduğunu düşündüğünü de... O yalnızlığın ve garibanlığın da yeri olacaktı çekeceği filmlerde, kırmızı pelerinli kız çocuğunun da...

Sırtında tüpüyle Bizans’a uçuyordu


Sinemayla beraber yalanı keşfetti

1964 yılında Eğirdir’in Yakavşar köyünde başlayan bir hikaye, Zeki Demirkubuz’unki... 30’undan sonra anne babasının kavgası sırasında öğrendiğine göre 25 Temmuz doğumlu. Dört kardeşin en büyüğü... Babası zaman zaman hortumla dövermiş onu. “Canı acısa da ruhunu acıtmayan, sadece yaramazlık dozunu artırmasına yarayan dayaklar”...

Baba halı tüccarlığına başlayınca Isparta’ya göçtü aile. Zeki Demirkubuz sinemayla beraber yalanı keşfettiğini anlatıyordu 1997’de Güldal Kızıldemir’le röportajında. Mahalledeki çocuklara Cüneyt Arkın’ın gerçekten Bizans’a gidip Bizanslıları dövdüğünü anlatıyordu... Arada kendisi de sırtına tüpünü takıp Bizans’a gidiyor, düşmanları öldürüp geliyordu. Filiz Akın’a âşıktı, Cüneyt Arkın’a da hayran.

Gönen yatılı öğretmen okulunda hem yalnızlıkla, hem de sosyalizmle tanıştı: “Arıcılık, meyvecilik, hayvancılık yapar, dönem sonunda satardık. Her şey paylaşım esasına dayanırdı. Köy çocukları oluşumuzla, aynı kaderi paylaşmamızla ilgili, vazgeçebilme, kendinin olanı başkasına verebilme esasına dayalı somut bir solculuğumuz vardı.”

Haberin Devamı

Milliyetçi Cephe Hükümeti’yle birlikte işler değişti. Okulda solcu abileri dövülürken, Cüneyt Arkın’dan aldığı adalet duygusuyla yanlarında yer alan delikanlı da falakayla tanıştı. Orta 3’te okuldan atıldı. Babası iflas etmiş, aile İstanbul’a göçmüştü. O da gitti peşlerinden, üzerinde okulun verdiği takım elbiseyle. “Beni İstanbul’a sokmayabilirler” gibi bir korkusu vardı. Büyük şehrin çamuru daha otogarda bulaştı ayağına. İlk işi olan pres atölyesinden kendisine tokat atan ustabaşının dizine falçata sokarak kaçtı: “Krom atölyesi, trikotaj atölyesi, işlerim birkaç gün sürüyordu. Yanlış gördüğüm her şeye tepki duyuyordum. Karşı çıkma noktam ise, inanmayacaksınız ama Cüneyt’in Bizanslılara karşı direnişi...”

Sağlıklı çocuktan hastalıklı adama...

12 Eylül’de TİKKO davasından hapse girdiğinde 17 yaşındaydı. Üç senede açlık grevleri, filistin askıları, elektrikler gördü, “Sağlıklı bir çocuktan hastalıklı bir adama” dönüştü. Balzac’la da, Dostoyevski’yle tanıştı... “Hayat nedir?” sorusunu ilk kez “Suç ve Ceza” ile sormuştu, dışarıya çıktığında içeridekinden beter bir hayatla karşılaştı: Selam vermeyen çocukluk arkadaşları, cezaevi kapılarında sosyalizmi öğrenmiş bir anne ve babaları sırra kadem bastığı için eline bakan kardeşler... Annesinin son bileziğiyle işportacılığa başladı. Bir de âşık oldu. Kendisinden büyük ve evli; onu yazması için yüreklendiren bir kadına. Verem olup senatoryumda yattığı dönemde öykü yazmaya başladı. Panayırlarda kasnak attırıyor, bir yandan sinema üzerine ne bulursa okuyordu. Liseyi dışarıdan bitirdi, Basın Yayın’a girdi.

Haberin Devamı

1986’da tesadüfler onu Zeki Ökten’in karşısına çıkardı. Ökten’in 12 Eylül filmi “Ses”te danışmanlık yapacakken sette buldu kendisini. Seti değil ama Zeki Ökten’i çok sevdi, “Yoksul” için çağırdığında gene gitti. Dokuz yıl çalıştı piyasada, ‘motor ve ‘stop’ sözcükleri ağzından ilk kez Ferdi Tayfur’un filminde çıktı. 1994’te ilk filmi “C Blok”u çekti, 19 günde ve 75 bin dolar bütçeyle... Beş ödül aldı.

Ama asıl kıyamet 1997’de kopacaktı. “Masumiyet” adeta gösterildiği anda Türkiye sinema tarihinin unutulmazları arasına girdi. Daimi kahramanları olacak kıyıda köşede kalmış sokak insanlarının arasında çocukluğunun kırmızı pelerinli kızı da vardı.

Ondan beklenen 12 Eylül filmini çekmedi. Nedenlerini bilebildiği bir kötülük onda bir duygu yaratmıyordu: “Benim için acı, anlaşılmayandan gelen bir şeydir. Aşk, ihanet, acı, kader. Burada anlaşılmaya ihtiyaç duyan, muğlak bir şey var.”

Bu ‘muğlak’lığın peşinde önce “Üçüncü Sayfa”yı yaptı, ardından “Karanlık Üzerine Üçleme” olacağını duyurduğu “Yazgı” ve “İtiraf” geldi. Her ikisi de Cannes’da gösterilirken ‘üçleme’ fikrinden caydı ve daha az konuşmaya karar verdi. Hayatının yarısı büyük cümleler etmek, diğer yarısı da onları temizlemekle geçiyordu çünkü. Bir bakıyordunuz sinemayı sevmediğini, bırakabileceğini söylemiş, bir bakıyorsunuz sinemayı ondan fazla seven olamayacağını... Aradaki çelişkilerden de filmler çıkıyordu işte.

“Gerzeklerden” sıkılmıştı

2006’da “Masumiyet”in başlangıç hikayesi olan “Kader”i çeken Zeki Demirkubuz, istediği Dostoyevski senaryosunu yazamayınca, “Suç ve Ceza”yı çekemeyen yönetmenin filmini yapmaya karar verdi. “Bekleme Odası”nda kendi oynadığı Ahmet, başkalarına göre “idealist ve ilkeli”, kendisine göre “inançsız ve kibirli” bir yönetmendi. Karısı, kızı Yazgı’nın annesi Nurhayat Kavrak da asistanı Elif’i oynuyordu.

2009’da bir Nahit Sırrı Örik uyarlaması olan “Kıskanmak” ile çıktı karşımıza. Film sağlam bir yapıt olarak kabul görse de, Demirkubuz’un en çok eleştirilen filmi oldu. Beklenen Dostoyevski uyarlaması ise 2012’de “Yeraltı” ile geldi. Film Altın Koza’da en iyi erkek oyuncu ve en iyi yardımcı kadın oyuncu ödüllerini alırken diğer kategorilerde yok sayılması epey ses getirdi. Zeki Demirkubuz artık Türkiye’deki festivallere katılmayacağını duyurdu: “Bu filmleri kendileri jürilik yapsın diye çektiğimi zanneden gerzeklerden çok sıkıldım artık. Bundan sonra Türk festivallerinde yarışmak yok”.

“Kötüyü üstlenirim”

Nitekim “Bulantı”, herhangi bir festivale katılmadan 2 Ekim’de gösterime giriyor. Filmin kahramanı “akıl-fikir işleri yapan mühim bir şahsiyet” olan Ahmet. Sevgilisiyle birlikte olduğu gece karısını ve kızını kaybediyor. Ahmet’i gene kendisi oynuyor. “Bekleme Odası” için Altyazı dergisine verdiği röportajda “Eleştirdiğiniz bir şeyin sizde de olduğunu söylerseniz, bir itirafta bulunursanız, bir vicdan yaratabilirsiniz” demişti: “O zaman inandırıcılık açısından dikkat çeken bir şey olur. Ben bunu filmlerimde de yaparım, hayatımda da. Kötü şeyi üstlenmeye bayılırım. Ancak o zaman daha güvenli, daha hakiki ilişkiler kurmak mümkün olur.”

Görünüşe göre Zeki Demirkubuz bir kez daha kötü şeyi ‘üstlenerek’ vicdan yaratacak. Bize de insanın karanlık yüzüyle bir kez daha yüzleşmek düşecek...

Bir Dostoyevski, bir Beşiktaş

Dostoyevski ve Beşiktaş’ı yaşama tutunduğu dallar olarak tanımlıyor, “Beşiktaşlılık hayattaki tek kimliğim” diyor: “Beşiktaş basit bir konumlanma, güncelik bir eğlence de değildir. Ben aldığı şeyin karşılığını ödemeye çalışan biriyimdir. Kendi işim için Taksim’e gitmem ama tutar iki gün yol gidip Diyarbakır’a deplasmana giderim. Ne yaptığımı bilerek ve farkında olarak ve severek hem de.”

“Masumiyet”i kendi yaşadı

Zeki Demirkubuz, 1997’de Neşe Düzel’e “Masumiyet”teki Yusuf’un yüzde yetmiş

kendisi olduğunu anlatmıştı:

“12 Eylül’de bir triko atölyesinde ütücüydüm. Bir gün anarşist ruhlu bir kadın işçi geldi. Bu kadının bir dostu vardı. Adam kadını çok kıskandığı için bir arkadaşının atölyesine gözaltında olsun diye makastar olarak getirip koymuştu. Kadın bir gün bana ‘Ben seni götüreceğim’ dedi. Ben o sıralarda 16-17 yaşımdayım. O da 30’unda. Biraz sonra bir Dodge kamyonet geldi. Şoför sakin bir adamdı. Kadın, ‘Bu benim âşığım. Salak, 15 senedir benim peşimde, ben herkese veriyorum ama bir tek buna vermiyorum.

O zaman iyice kışkırtılıyor. Eskiden çok zengindi. Bütün parasını yedi. Ailesini terk etti. Beni bırakması için çok uğraştım ama bırakmıyor’ dedi. Filmde Bekir’in anlattığı hikâye bu işte.”

Kılık kıyafet, ciklet

1999’da “Üçüncü Sayfa” Antalya’da dört ödül almıştı. Fakat medya, en çok Zeki Demirkubuz’un sahneye cikletle çıkmasıyla ilgilenmişti. “Heyecandan unutmuş, belki önemsememişimdir” demişti o zaman. Kot giymesiyle ilgili de “Zaten filmimi veriyorum, vaktimi ayırıyorum, ne giyeceğime karışmasınlar artık” diye isyan etmişti: “Hayatı boyunca kıyafet yüzünden sopa yemiş bir insanım. Cannes’da da smokin giymedim. Kafama silah dayasalar giymem.” Va bakınız yıl 2012, yer İstanbul Film Festivali... Yine ödül, yine kot, yine ciklet...