15 yaşında fotoğrafla çıkılan yolculuk, Londra’dan Himalayalar’a uzanan “anlam arayışını” 35’inden sonra sinemada buluş... Nuri Bilge Ceylan her filmi bütün dünyada merak edilen bir yönetmen bugün. “Kış Uykusu”nu beklerken, Ceylan’ın serüvenini hatırlayalım dedik...
Nuri Bilge Ceylan 2008 yılında 61. Cannes Film Festivali’nde “Üç Maymun”la En İyi Yönetmen ödülünü almıştı. Bu satırlar yazılırken de “Kış Uykusu” 67. Cannes Film Festivali’nde favori gösteriliyordu.
Yıl 1997 idi, “Kasaba” diye bir film girdi gösterime... Siyah beyaz, yönetmenin anne babasının oynadığı, durgun akan bir film... Ne anlatıyor desen, öyle sürükleyici bir konudur, olay örgüsüdür hak getire... İki kişiyle çekilmişti koca film! Ama işte saygıyla andığımız yönetmen Ahmet Uluçay’ın yazdığı gibi; “Kasaba’da ne vardı biliyor musunuz? Tertemiz, saf bir sinema.” Bizim Altın Portakal jürisi ne yapacağını bilememiş, eli boş da gönderemeyip bir ödül icat etmişti film için: Yönetmen dalında mansiyon.
Dünya prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali ise elini korkak alıştırmamış, Caligari ödülünü vermişti filme. Ve ödüllü filmden bucak bucak kaçan bir milletin hayatına Nuri Bilge Ceylan diye bir isim girmişti. Filmleri gibi ketumdu ve sinemaya atılmak için epey geç bir yaştaydı: 40’ına
2 vardı. Peki daha önceleri nerelerdeydi?
Ağaç tepelerinde gezdi, çizgi romanlar okudu
26 Ocak 1959’da, ilk filmlerinin zoraki oyuncuları Mehmet Emin Ceylan ile Fatma Ceylan’in oğlu olarak dünyaya gelmişti Nuri Bilge Ceylan. Bir de ablası vardı; sonradan fotoğraf sanatçısı olacak Emine Ceylan. İstanbul’da doğmuş fakat Amerika’da öğrendikleriyle doğduğu topraklara faydalı olmak isteyen ziraat mühendisi babasının idealizmi nedeniyle Çanakkale’nin Yenice kasabasında büyümüştü. Ağaç tepelerinde gezen, Cüneyt Arkın filmleri izleyen, çizgi romanlar okuyan bir çocuk olarak hayal edin onu... Mister No da bir numarası.
Ablası lise çağına geldiğinde Yenice’de lise olmadığından İstanbul’a döndü Ceylan ailesi, üç kişi olarak. Babaları tayinini çıkartamadığı için ondan uzakta, hayli yoksul bir hayat sürdüler. R’leri söyleyemediği için Bilge ismini kullanmaya o yaşta karar verdi. “Bu kız ismi” diye onunla dalga geçen lise öğretmenine inat R sorununu çözmeye de... Ama yakınları için hâlâ Bilge...
Bisikletle ya da otostopla dünyayı dolaşıyordu
Artık kabul edilen kısaltmasıyla “NBC” olmaya giden yol ise 15’inci yaş gününde, komşularının hediye ettiği fotoğraf kitabıyla başladı. Ama bundan meslek değil, ancak “yan etkinlik” olacağını düşündüğünden, İTÜ Kimya Mühendisliği’ne girdi. Boykotlarla, çatışmalarla sekteye uğrayan iki senenin sonunda ise Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Mühendisliği’ne...
Harçlığını çıkarmak için vesikalık fotoğraf çekiyor, bol bol okuyor ve film izliyor, fotoğraf, dağcılık ve satranç kulüplerinde faaliyet gösteriyordu. Bergman’ın “Sessizlik”ini izlemiş, içinde kendi fotoğraftaki dünyasına benzer bir dünya bulmuştu. Ama sosyal biri değildi
ve insan ilişkileri gerektiren sinema yerine kendi başına yapabildiği fotoğrafın ona daha uygun olduğunu düşünüyordu.
17 yaşından beri bisikletle ya da otostopla dünyayı dolaşıyordu. Boğaziçi onu yazgısının Batı’da olduğuna ikna etmişti. Mezun olunacak ve Batı’ya gidilip orada yaşanacaktı. Okulu sekiz senede bitirip Londra’nın yolunu tuttu ve bulaşıkçılığa başladı. Bir de market hırsızlığına... Yakalanıp sokağa atılışı,
bir dönüm noktası oldu. “Yolda yürürken bir aynayla karşılaştığımı hatırlıyorum. Yüzümü o kadar maskesiz görmemiştim. Bu yakalanmayla gelen aşağılanma duygusu içimde bir şeyleri tetikledi” diye anlatmıştı Radikal gazetesinden Güldal Kızıldemir’e o günü.
Ve hayatının anlamının Batı’da olmadığına karar verip dümeni Doğu’ya kırdı... Kılavuzu yine bir kitaptı: Bir Himalayalar kitabı... Atina üzerinden Nepal’e uçtu, dağlarda bir ay boyunca yürüdü, 400 kilometre... Bir Budist tapınağından dağları seyrederken, Türkiye’yi çok özlediğini fark etti. Dönüş de iyi geldi, askerliğin disiplini de... Adeta yeniden tanıştı, memleketinden insan manzaralarıyla ve sinema yapmaya karar verdi. Bir kez daha üniversiteye girdi: Mimar Sinan’ın sinema bölümüne. İki sene okudu, bıraktı. Film çekmek ise hep erteleniyordu... Kendine güvensizlikten, “Ya yeteneksizsem” korkusundan...
Sıradanlıktan anlam çıkarmaktı derdi
Arkadaşı Mehmet Eryılmaz’ın çektiği filmde oynarken sinemanın bütün aşamalarını öğrendi ve filmin çekildiği kamerayı satın alarak gözünü karartıp ilk filmine başladı: 20 dakikalık “Koza”ya. Bir kendisi, bir asistanı Sadık İncesu... Başrollerde oğullarının duygu sömürülerine karşı koyamayan annesiyle babası... Mekan, elbette emektar Yenice... Film 1995’te Cannes’a seçilince bir kendine güveni geldi, çıktı “koza”sından ve ablasının öyküsüne otobiyografik öğeler ve Çehov’dan alıntılar eklediği “Kasaba”yı çekti... Gene ekip iki kişiydi. Bu yöntem hoşuna gitmişti. Hem fazla sosyalleşmesi gerekmiyordu hem her şeyin hâkimiydi.
Kasaba üçlemesinin son filmi, renkli ve sesli çektiği “Mayıs Sıkıntısı” oldu. “Konu aramak için uzaklara gitmeye üşenmemin nedeni, incir çekirdeğinden de film yapılabileceğine olan inancımdan kaynaklanıyor” demişti, Antrakt’tan Mehmet Erdem’e. Öykü değil, detaylardı onun için önemli olan. Herkesin başına gelemeyecek kadar özel olaylar ilgisini çekmiyordu, hayatın sıradanlığı içinden anlam çıkarmaktı derdi. Filmlerinin sıkıcı bulunması ise umrunda değildi hatta
“En sıkılarak izlediğim filmler sonradan hayatımın filmi olmuştur” diyordu.
Peki ya “yavaşlık”? 2011’de Boğaziçi Mithat Alam Film Merkezi’nde katıldığı söyleşideki cümlelerine bakınız: “Bana göre sinema bu tempoda olmalı, yavaş demek istemiyorum buna da, öbürlerine hızlı demek istiyorum. Hayatı böyle algılıyorum ve bu tempoda anlatılması gerektiğini düşünüyorum.”
Kurgu masasında geçirdiği aylar dillere destan oldu
Yurt dışında ödüller ödülleri izledi; artık kasabanın dışına çıktığı dördüncü filmi “Uzak”, 2003’te Cannes’da Büyük Jüri ödülünü aldı. Nuri Bilge Ceylan ödülünü çok beğendiğini sık sık söylediği Yılmaz Güney’e ithaf etti. “İklimler” ise bir dönüm noktasıydı. Bir kere, bir yol arkadaşı vardı artık: Bundan sonra senaryolarını birlikte yazacağı karısı, iki çocuğunun annesi Ebru Ceylan. Ayrıca güvendiği insanlar katılmıştı ekibe; yapımcı Zeynep Özbatur Atakan, görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki gibi... Her şeyi kendisi yapmakta ısrar etmiyordu artık. Buna karşılık kurgu masasında geçirdiği aylar dillere destan olmaya başlamıştı. Son filmi “Kış Uykusu”nda 200 saatlik çekimden 3 saat 16 dakikalık film çıkardığı bir şehir efsanesi değil...
Cannes’dan 2008’de “Üç Mamun”la En İyi Yönetmen ödülünü alıp “yalnız ve güzel ülke”sine armağan etti NBC... Ve 2011’de dev kadrosu, 150 dakikasıyla “Bir Zamanlar Anadolu’da” geldi... Cannes’dan da bir Jüri Büyük Ödülü daha... Biz o sırada NBC’nin kimsenin gelemediği karlı bir kış gününde SİYAD töreninde giydiği hırkayla meşguldük. “Cannes’da smokin giymeyi biliyordu ama”...
Şu an sosyal medyayı kurcalarsanız, “40 kere ödül aldı Cannes’da, orada kesin yakınları var” diye Altın Palmiye’yi küçümseyenlerle Soma faciasına rağmen filminin gösterimine katıldığı için Ceylan’a kızanlar göreceksiniz... Sanki oraya gidip 40 gün 40 gece şenlik yapmış gibi...
Bu da ülkemizden çıkıp yurt dışında kabul gören işler yapmanın fıtratında var diyerek bu kez 3 saat 16 dakikayla sınırları zorlayan, Haluk Bilginer’li, Melisa Sözen’li, Demet Akbağ’lı “Kış Uykusu”nu beklemeye koyulalım. Film bu sabahı
Altın Palmiye’yle karşılamış olabilir,
yazı yazılırken ödülün en güçlü adaylarından biriydi. Öyle olmasa da önemli eleştirmenlerden “Bergman’dan beri böylesini görmemiştik” gibi,
“Çehov film çekse böyle olurdu” gibi cümleler işitmiş bir film... Merakla beklemeyip ne yapacaksınız?
Amerikalı kovboy “İklimler”i beğenirse
Coen kardeşler 2007’de çektikleri kısa filmleri “World Cinema”da “İklimler”e göndermelerde bulunmuşlardı. Alman Die Zeit gazetesine verdikleri söyleşiden bir bölüm:
Die Zeit: Cannes Film Festivali’nin 50’nci yıldönümü için çektiğiniz filmde şöyle bir ütopya vardı: Bir kovboy Amerika’da bir sinemaya gider, bir Türk sinemacının bir eserini izler. Bir ilişkinin dağılması üzerine yavaş bir filmdir bu. Ve kovboy filmi beğenir.
Joel Coen: Türk yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın “İklimler” filmi. Biz iki sene önce gördük ve olağanüstü bulduk.
Ethan Coen: Bir kovboyun bu filmi beğenmesi çok güzel bir tasavvur.
Joel Coen: Mesele elbette bir kovboyun böyle bir filmi anlayamayacak olması değil.
Ethan Coen: Mesele, Amerika’da bir kovboyun Türk filmi izleyebileceği sinemaların çok az olması.
Joel Coen: Amerikalı kovboylar Türk filmleri izleyebilseydi ne güzel olurdu.
Oğlu için “Recep İvedik”i izledi
Bütün var oluşunu neredeyse popüler olandan uzak durmak üzerine kuran Nuri Bilge Ceylan buna rağmen popüler kültürden pek kaçamıyor. Misal, “Recep İvedik” filmlerinden birinde Şahan Gökbakar “Üç Maymun”un yavaşlığını konu edebiliyor. Ya da “Yalan Dünya”da Açılay ödül törenine NBC hırkasıyla gidiyor.
Fakat “Bir Zamanlar Anadolu’da”nın yayınlanan kurgu günlüğünden de NBC’nin 5 yaşındaki oğlu Ayaz istedi
diye “Recep İvedik”e gittiğini, filmin bir yerinde adı geçince oğlunun “Baba senin adını söyledi” diye bağırdığını öğreniyoruz.