Ordulu şair Dursun Ali Akınet’in şiirini seslendiren Musa Eroğlu’nun bestesini biz de tekrarlayalım:
“Yolun sonu görünüyor!”
Hiç uzatmadan, lafı eğip bükmeden hakikati görmenin en kısa yolu budur.
Amsterdam’da gördük ki rotadan çıkmışız, yolumuzu kaybetmişiz. Bir yerlere gidiyormuş gibi yapıyoruz ama yolun sonu görünüyor.
Yol bitiyor. Heyecanlı, bol skorlu maçlar artık unutuluyor, yeni örnekler gelmiyor. Milli Takım dağılıyor, çözülüyor, kayboluyor.
Daha birinci dakika dolmadan golü yersen, kaza diyebiliriz. Olabilir. Sonrasında bir reaksiyon, tepki ya da isyan görmeliyiz, değil mi? Hayır sahaya çıkar çıkmaz silinen bir ekip bu… Pas yapamıyor, ikilileri kaybediyor.
Şenol Hoca’nın tercihleri, oyuncu seçimi, taktiği belirlemesi filan toptan geçersiz sayılıyor.
Avrupa’da şoka uğradık, tamam… Peki Dünya’da ne yapacağız? Kırık-dökük ve dağınık Haziran maceramızı mı sürdüreceğiz, yoksa lider olarak bıraktığımız grupta yine liderlik mi yapacağız? Dünya’ya dönüşün kritik sorusu bu.
Hemen yanıtlayalım: Haziran’da yaşadığımız o kötü macerayı unutmak ve unutturma gayreti vardı Milli Takım’da. Futbolcular daha diri, daha istekli ve daha etkiliydiler. En önemlisi de Leicester’deki kiralık dönemini pek de iyi geçiremeyen Cengiz Ünder Marsilya’da eski kişiliğine dönmüş, hücuma adeta enerji katmaya başlamıştı.
İngiltere’nin pandemi konusundaki sert kısıtlama ve engellemelerine takılan Çağlar, Ozan Kabak, Ozan Tufan ve Halil Dervişoğlu’nun bu maçta forma giyememesi, özellikle savunmada zorlanmamıza neden oldu. Şenol Güneş’in kaleci Uğurcan Çakır’ı yedeğe çekip Altay Bayındır’a görev vermesini de yadırgadık. Sanıyorum Trabzonspor’un Konferans Ligi’nde Roma karşısında farklı bir yenilgi alması, Uğurcan’ın dinlendirilmesine yol
Nihat Özdemir, Türk futbolunu iyi niyet ve özveriyle yönetmeye çalışıyor. Herkese, her kulübe eşit mesafeden ilgi ve saygı gösteriyor. Ne yazık ki bunları yeterli görmeyen, her defasında daha fazlasını, daha iyisini isteyen, daha az sorumluluk yüklenen bir futbol kültürümüz var.
Gündelik çıkarları uğruna gelecekten vazgeçen, etikle tekniği birbirine karıştıran, olaylara hep kendi açısından, kendi aynasından bakan futbol ailesi, maalesef, ne kendi sorunlarını çözüyor, ne de ortak sorunların çözümü için gerekli bir proje üretebiliyor.
Hemen hemen bütün antrenörler 8+6 kuralından şikayetçi. Beşiktaş Karagümrük maçında Salih’in kırmızı kart görmesiyle dördüncü hakem Onur Özütoprak’ın devreye girmesi ortamı iyice karmaşık hale getiriyor. Sergen Yalçın’ın anlatımına göre hakem, oyuncu değişikliği sırasında parmaklarıyla üç işareti yapıp “Ancak Türk oyuncu alabilirsiniz. Sahada üç Türk olacak” diyor.
Altay-Fenerbahçe maçını merak ve heyecanla bekledik. Yıllar sonra Süper Lig’e dönüp efsane kaptanı Mustafa Denizli’nin elinde yepyeni bir rüzgar estiren Altay, Perşembe’nin zafer yorgunu Fenerbahçe karşısında ev sahibi olmanın avantajıyla etkili oynayabilir, maçı farklı bir heyecana ve güzelliğe taşıyabilirdi. Pereira’nın Fenerbahçe’si de herhalde boş durmaz, yüksek morali ve yükselen kalitesiyle meydanı boş bırakmadan kendi efendiliğini dayatabilirdi.
İlk yarıda maalesef beklediklerimizi göremedik. Oyun, gel-gitlerle, nafile koşularla garip bir oyalamacaya dönüştü. Sıkıcı bir hal almaya başladı. İlk yarıda iki takımdan da tek isabetli şut göremediğimizi söylersem, hak verirsiniz.
Neyse ki takımlar ikinci yarıda, en azından tribündeki ve ekran karşısındaki taraftarlarına saygı adına, işlerini daha ciddiye alarak, daha hareketli ve hızlı oynamaya başladılar. Fenerbahçe üst üste iki korner kazandı. Altay’ın Polonyalı kalecisi Lis de iki kurtarışıyla alkışlandı. Bu arada Gustavo da kafa vuruşuyla ilk isabetli şutunu atmış oldu.
Bell
Sezon nasıl ilerler, Beşiktaş’ın oyunu nasıl gelişir, bilemem. Ama dün gördüğümü bugün söylerim: Limitler içinde bunalıp sıkışan her kulüp gibi Beşiktaş da zor bir transfer dönemi geçirdi. Ahmet Nur Çebi yönetimi zaman zaman sessiz ve hareketsiz kaldı ama, sabretmesini bildi. İşte o sabır nöbetlerinden kimleri bulduğunu, dün gördük: Alex Teixeira ve Michy Batshuayi…
Bu ikili Beşiktaş’ın sağlam ve akıcı oyunu içinde hem akışı hızlandıracak, hem de skor tabelasını kurcalayacak adamlar olarak çok alkışlanır. Teixeira, 20 metreden attığı golle hem cesaretini, hem de tekniğini gösterdi. Batshuayi ise çok farklı bir santrfor tipi sergiledi: Ayağına top beklemiyor. Oyunun hazırlık ve kurgu sürecine de katkıda bulunuyor. Atletik bir yapısı var. Çok koşuyor. Vuruş kalitesi de yüksek. Karagümrük ceza alanı içinde kafa vurdu, karambolda fırsat kovaladı. Bir topu direkten dışarı gitti, birini Viviano kesti. Hiç rahat durmadı. Beşiktaş’ın oyunu sürekli rakip yarı sahada oynayan baskılı karakterine eşlik
Fenerbahçe Spor Kulübü, 3 Temmuz sürecinin en büyük mağduru… Sarı-lacivertli kulüp, olayın üzerinden 10 yıl geçtikten sonra yargıya başvurup, Şampiyonlar Ligi’nde oynatılmadıkları için uğradıkları gelir kayıplarını karşılamak üzere TFF aleyhine 250 milyon liralık tazminat davası açtı.
Dava açma hazırlıkları yapılırken, hukukçuların zaman aşımı konusunda kuşkulu olduklarını duydum. Bazıları, zaman aşımının söz konusu olmadığına inanırken, farklı görüşleri dile getirenler, bu olasılığın gözden uzak tutulmaması gerektiğini ileri sürmüşler.
Fenerbahçe Spor Kulübü, TFF tarafından Şampiyonlar Ligi’ne gönderilmemekle giriş ödülü, gruplarda olası puan karşılığında elde edecekleri gelirler, maç günü gelirleri, yayın haklarından kazanılacak payın hesaplanmasıyla büyük kayba uğradığını iddia ediyor. Dava Ankara Asliye Hukuk Mahkemeleri’nde görülecek. Bu davada dramatik bir durum da söz konusu. Dönemin Fenerbahçe Başkan yardımcıları olarak TFF genel kurulunda Abdullah
Telekom’un zemini yenileniyor… Yenilenme uzuyor. Galatasaray kiralık statlarda geziyor. Atatürk Olimpiyat Stadı’nın iki konuğu da o yüzden yerlerini yadırgıyorlar. Sık sık kayarak düşüyorlar. Şampiyonlar Ligi finaline hazırlanan kusursuz zeminin yapısal özelliği, hibrit… O yüzden bu kaymaları, düşmeleri-kalkmaları doğal karşılamak gerek. Yeter ki sakatlık olmasın. Ama doğal karşılanmayacak, yadırganacak bir durum da var ortada. Maç çok yavaş oynanıyor. Top durgun akıyor. Hatayspor’un deplasmanda işine gelebilir belki… Yavaş Galatasaray (bunda mutlaka Avrupa yorgunluğunun da etkisi vardır) görece daha kolay baş edilebilir bir rakip sayılır… Bunlar ilk yarının notları. Bakarsınız, ikinci yarıda hızlanır oyun.
Oyun yavaş ve ağır oynanıyor diyoruz da skor tabelası çok hızlı başlıyor değişmeye. Daha üçüncü dakika dolarken, Emre Çolak’tan çıkan sağ kanat topu Kamil Ahmet’e ulaşıyor. Onun yerden pasıyla Lobjanidze buluşuyor. Nelsson ve Luyindama anlaşamıyorlar. Gürcü futbolcu da Muslera’yı avlayıveriyor. Muslera
İkisi de birbirini iyi tanıyor. Anadolu takımlarında halef-selef olmuşlar. Birlikte zirve mücadelesine tutuşmuşlar. Erol Hoca önce savunmanın, Sergen Hoca ise ille de hücumun plancısı… Gaziantep’teki maç eski dostların yoklamalarıyla başlıyor.
Bu maçın kazananı Erol Bulut umduğunu, istediğini ve beklediğini aldı... Beşli savunma, üçlü orta alan, ileride çift santrfor Dicko ve Figueiredo… Gaziantep FK, Beşiktaş’ın oyununu bozdu, pas hatlarını kesti, alanı kapattı, zamanı daralttı ve Sergen Hoca’nın saat gibi kurulu düzenini bozmayı başardı. Ghezzal ve Rosier, istedikleri gibi top kullanamadılar. Santrfor Kenan’a servis yapamadılar. Aynı biçimde N’Sakala- N’Koudou kanalı da beklenen etkiyi sağlamadı.
Oyunun tıkanmış halinde iki şut gördük, Ghezzal ve N’Koudou, topu kaleci Günay’ın üstüne vurdular. Gaziantep FK, kalabalık savunmasında ve orta alanında pres yaparak kazandığı topları ileri taşıyıp pozisyon oluşturmaya çalıştı. Ancak Dicko’nun 32’de sakatlanıp yerini Kenan’a bırakmasıyla Figueiredo da yalnız ve