Zamlar kapıda! Bugün bu fiyata aldın aldın, yarın iki katı.
Neden? Nedeni yok!
Oysa her şeyin bir nedeni vardır.
Dünyayı sarsan ekonomik krizden, paranın nasıl el değiştirdiğinden, o devasa şirketlerin sermayelerinin nerelere nasıl savrulduğundan ya da dünya siyasetine yön veren kapitalist çarkın nasıl işlediğinden söz edebilirsiniz. Ya da ekonomiyi, ekonomik krizleri; enflasyon, devalüasyon, dolar, borsa, ithalat ihracat endeksi, ekonometri, istatistik gibi kavramlarla anlatabilirsiniz. Ama bunların hiçbiri Türkiye’de bugün zamları, hayat pahalılığını açıklamak için yeterli değil.
Asıl mesele belki de paranın en kullanışsız olduğu yerde. Yani paranın toplumların bütün karakteristik davranışlarında, hayatla ilişkilerinde ya da ahlaki değerlerinin varoluşunda ya da yok oluşunda muazzam belirleyici bir rol oynadığından da söz etmek gerekmez mi?
Mesela gıda fiyatlarının neden hemen hemen her hafta mazottan, dolardan daha hızlı arttığını bilmiyoruz. Türkiye Gazetesi manşetine taşıdı: Et fiyatları normal seyrederken, işlenmiş et ürünlerinde fiyatlar 3 buçuk katına çıktı. Ne
Bazı gazeteciler haberi vermekle yetinir. Haberin arkasını görmez, habere konu olan kişi ya da kurumları, mevcut sistemi ya da işleyişi sorgulamaz, araştırmaz. Ama bazı gazeteciler de okuru bilgilendirmekle kalmaz, yaptığı haberlerle siyasi iradenin oluşumuna, yasaların değişmesine, ülkenin kalkınmasına, toplumsal gelişmeye katkı sunar. Kurumsal boşlukların, bürokrasideki eksik ya da hatalı kararların önüne geçilmesini sağlar. Ve elbette bu durum ortak bir bilinç gerektirir. Yani haberin kendisi sadece medyanın değil, hükümetlerin, kurumların, toplumların sorunlara yaklaşımı, duyarlılığıyla ilgili bir mesele haline gelir.
***
Tarih, içinde bulunduğu çağa katkı sağlayan bu tür haberlerle dolu. Bunun en iyi örneklerinden biri 1872’de New York Tribune’de çalışan gazeteci Julius Chambers’ın, bir akıl hastanesi hakkında yaptığı gizli bir araştırma. Chambers, dışarıdan bakınca yeşillikler içerisinde, huzurevini andıran bir akıl hastanesinde korkunç şeyler yaşandığı yönünde bir ihbar alır ve meslektaşlarının da yardımıyla on gün bu hastanede yatar. Hastalara
Önlerinden geçiyoruz. Bir çöp konteynerinin yanından geçer gibi geçiyoruz. Bazen o perişan hallerine bakıp üzülüyoruz bazen de ayakaltında dolaşıyorlarmış gibi rahatsız oluyoruz. Onlara manzarayı kapatan, şehrin silüetini bozan bir taş yığını gibi davranıyoruz. Ve aslında hiç görmüyoruz. Otobüs duraklarını, merdiven altlarını, kahve köşelerini, surları, parkları, bankları, köprü altlarını kendilerine mesken yapmalarını her defasında “dünyanın düzeni bu” kayıtsızlığıyla karşılıyoruz…
***
Sokakta yaşayan evsiz insanlar toplum için ya tinercidir ya uyuşturucu kullanıyordur ya da geçmişte, acıklı hikâyesi olan bir delidir. Medyada hatırlanmaları ve haber olmaları için kışın dondurucu soğuklarını beklemeliyiz. Belediyeler, çeşitli yardım kuruluşları ise onları sokaklardan kurtarmak yerine, yaşamlarını dönüp dolaşıp yine sokakta sürdürebilmeleri için geçici katkı sağlıyor. Biri montunu verir, biri ayakkabısını. Önlerine bir şilte atılır, bir tabak yemek konur. Hepsi bu! Ve bu kısır
Dünya medyasının önemli bir bölümü haberi “sorun” gibi algılıyor. Öyle ki; savaşlar, çatışmalar, diplomatik krizler, doğal felaketler, siyasal, ekonomik, toplumsal olaylar haber bültenlerinin neredeyse vazgeçilmezi. Medyanın “sorun varsa haber var” yaklaşımı haliyle okurda da endişe, kaygı, stres yaratıyor. Sadece okurda da değil, mevcut haberlere bakınca hepimiz benzer travmaları yaşıyoruz. “Dünya kötüye gidiyor ve yaşamda iyi olan şeyler tek tek yok oluyor” gibi bir ruh haliyle hep beraber karamsarlığa, umutsuzluğa doğru sürükleniyoruz.
***
Peki, iyi haber hiç mi yok? Son bir haftalık haberleri toparladım. Çoğu insanda “uçurumun kenarında” izlenimi yaratan, öfkesi bol, şiddeti tırmanışta, “kan revan” olmuş haberler… Oysa bugün Dünya İyilik Günü… Medyanın sadece sorunların değil, çözümün de bir parçası olabilmesi için bundan daha iyi bir hatırlatma olabilir mi? Ve ne acıdır ki, iyiliği bile hatırlamak ya da hatırlatmak durumunda kaldığımız bir çağda
Meslek hayatım boyunca; toplumsal bilinci yaratmak, hükümetleri, iş dünyasını, bürokrasiyi, güç odaklarını uyarmak amacıyla yapılan çok sayıda eyleme tanıklık ettim. Bazı eylemler; insana ses olduğunda, çığlık olduğunda, sizi kendinizle ve dünyayla yüzleştirdiğinde anlam kazanır. Amerikalı fotoğrafçı Gregg Segal’in küresel kirliliğe dikkat çekmek için “7 Günlük Çöp” adlı projesi bence bu sesi duymamızı, kendimizle yüzleşmemizi sağlamıştı. Farklı sosyal çevrelerden gelen insanları bir haftalık çöpleriyle buluşturması, çevreye verdiğimiz zararı düşünmemiz açısından hayli önemli bir çalışmaydı.
Bir sanatçının eseri ile bir aktivistin eylemi arasında daima düşünsel bir tutarlılık vardır. Fakat son günlerde bazı çevre aktivistlerinin çevre sorunlarına dikkat çekmek için Van Gogh, Monet, Vermeer gibi sanatçıların eserlerini hedef alan saldırgan eylemlerini hiçbir yere oturtamıyorum. Sanki cehalet, altın çağını yaşıyor.
Bazı gelişmiş toplumlara bakıyorsunuz; ellerinde muazzam cihazlar, son derece komplike aletlerle yepyeni buluşlardan söz ediyorlar. İnanılmaz bir teknolojiyle kendi geleceklerini inşa etmenin peşindeler. Biz ne yapıyoruz? Elimizde bir kılıç, sağa sola sallayıp, iki ucunun da ne kadar keskin olduğunu anlatıyoruz. Huzursuzluktan ve kaostan besleniyoruz. Son dönemde kılıca ilginin artması da bundan. Üstelik bu ilgi sanki tarihe, tarihten gelen simgelere duyulan bir merak gibi görünse de bunun zamanla bir güç gösterisine, bir silaha dönüşeceğinin de gayet bilincindeyiz.
***
Hatırlarsanız; genç bir kızın, sokak ortasında hiç tanımadığı bir kişi tarafından samuray kılıcıyla öldürülmesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Kimsenin bu olayı unuttuğunu sanmıyorum. Çünkü bu trajik ölüm ülkeyi ayağa kaldırdı. Siyasiler kılıcın kanunen satışı “yasak” dedi. Medya buna rağmen kılıç satışlarındaki artışa dikkati çekti. Makam odalarında, iş yerlerinde, birbirlerine kılıç hediye edenler, kılıçla poz verenler, kılıcı alanlar, satanlar
Gökyüzü hep bulanıktı, hep gri. Başında bareti, elinde feneri, kazması ve küreğiyle güne, gün ağarmadan başlayan maden işçilerinin şehrinde büyüdüm. Belki de bu nedenle ne zaman maden ocaklarında bir felaket yaşansa bütün o felaketleri dönüp yeniden hatırlatmak isterim. Zonguldak’ı, Kozlu’yu, Soma’yı, Ermenek’i, Bartın’ı… Bir ülkenin madenciler tarihinin neden her defasında felaketler tarihi gibi tekerrür ettiğini anlayabilmek için belki de.
***
Hem kusurlu hem ihmalkârız. Sorun istemiyoruz. Sorun varsa da yok sayıyoruz. Bu yüzden önlemini almadığımız, yatırım yapmadığımız, çözümsüz bıraktığımız her iş bir felakete dönüşüyor, her felaket de en fazla iki gün konuşabileceğimiz bir mesele haline getiriliyor.
Felaketlere ilişkin bütün zamanların metni, haberi, kurgusu, dili, içeriği hep aynı. Tek yapacağımız şey; Karaelmas’ı silip yerine Yeni Çeltik yazmak. Kozlu’yu sil Ermenek, Ermenek’i sil Soma, Soma’yı sil Amasra… Sonra 1940’lardan
Türkiye’nin gündemi sürekli değişiyor. Bir olayla ilgili bir durum tespiti yapmak ya da gelişmeleri değerlendirmek ya da bir çözüm üretmek mümkün değil. Anında başka bir olay patlak veriyor. İşin tuhaf yanı “farklı” gibi görünen hep “aynı” olaylar. Ortak noktaları kötülük! İsimler değişiyor, tarihler değişiyor, mekan değişiyor, olayların nedeni, niçini, nasılı değişiyor ama olayın kendisi değişmiyor.
Birkaç gündür sosyal medyada paylaşılan, zaman zaman yazılı ve görsel basında da yer bulan birkaç dakikalık, 100’e yakın video izledim. Çoğu mobeselere yakalanmış, bıçaklı, sopalı, silahlı çığırından çıkmış insanların sudan sebeplerle yol açtıkları şiddet üzerine. Bir kısmı da insanları aşağılayarak komiklik yaptığını sananları konu alan videolar.
***
Mesela medyada da geniş yer bulan, yoğun bakımda yaşlı bir kadının yüzüne para fırlatarak, onu aşağılayan, dalga geçen sağlık personelinin videosu. İzlediğim şey Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin “Bir insanın nasıl