Bir gazeteci için “kalem” çok önemlidir. O “kalem” topluma adaletsizliği, yolsuzluğu, üzeri kapatılan cinayetleri, kimsenin dokunamadığı uyuşturucu ve silah tacirlerini, gizlenen belgeleri, toplumun geleceğini ipotek altına alan siyasi kararları, hukuksuzluğu, hak ihlallerini anlatabilmenin en önemli aracıdır. Dolayısıyla gazetecilere sıkılan her kurşun, gerçekte düşünceyi, özgürlüğü, demokrasiyi, ülkenin geleceğini susturmayı hedefler.
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü ve başyazarı Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da aracında kurşun yağmuruna tutulduğunda üçüncü kurşun, kalbinin üzerinde, ceketinin iç cebindeki kalemi parçaladı.
İpekçi davasının peşini bırakmayan, yıllarca derin devleti araştıran, mafyanın siyasilerle ilişkilerini, cinayetlerin faillerini, azmettiricilerini teşhir eden gazeteci Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993’te bombalı bir saldırıda hayatını kaybettiğinde de ceketinin içindeki dolmakalem ikiye ayrılmıştı.
***
Peki, o kalemleri susturabildiler mi? Asla!
Artık biliyoruz ki; ne yaparlarsa yapsınlar
Türkiye farklı inanç, farklı kimlik, farklı yaşam kültürlerine sahip olan herkesin yaşam hakkını koruyan bir hukuk devleti midir sorusuna adalet sistemimiz hâlâ yanıt veremiyor.
Bir gazeteci ırkçı, düşünceye, inanca, demokrasiye, farklılıklara düşman saiklerle işlenmiş siyasi bir cinayet davasının peşini bırakabilir mi? Üstelik yıllarca gerçeği ortaya çıkaracak belgeler, bilgiler, sorular, tanıklar adaletin kapısında bekletildiği ya da adaletin kapısı zaten gerçekleri içeri almamak üzerine inşa edildiği halde! Bu Kafkavari soruya yanıt vermeden önce, 16 yıl öncesine dönmek istiyorum. 19 Ocak 2007’de Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink öldürülmeden bir gün öncesine…
***
Saat 20.00 sıraları... Aşırı milliyetçi, ırkçı yapılanmaların hedef tahtasına koyduğu Hrant Dink’le Beyoğlu’nda bir restoranda karşılaşıyoruz; huzursuz gibi yine de gülümsüyor. “Sana yarın bir yazı göndereceğim, ama hemen kullanma” diyor.
19 Ocak 2007... Saat 13.58... Hrant Dink’ten bir e-posta
1976 Boston’da bir karakol... Papaz John Geoghan, çocuk tacizi nedeniyle gözaltına alınır. Ancak yüksek rütbeli bir din adamı devreye girer ve ailenin şikâyetçi olmasını engeller. Ardından bölge savcı yardımcısı karakola gider. Olayın basına duyurulmasını engelleyerek, tacizci din görevlisinin serbest bırakılmasını sağlar. Oysa o tarihlerde The Boston Globe gazetesinde çalışan gazeteci Walter Robinson’a da cinsel istismarda bulunan 20 rahibin yer aldığı bir liste gönderilmiş, Robinson da olayı araştırmamıştır.
***
25 yıl sonra, 2001 yılında, The Boston Globe gazetesinin başına Yahudi asıllı Amerikalı gazeteci Marty Baron getirilir. Baron’un kendi gazetesinde okuduğu küçük bir haber dikkatini çeker. Haberde Papaz John Geoghan’ın küçük çocukları taciz ettiği, Boston Başpiskoposu Kardinal Bernard Law’ın ise bu olayları görmezden geldiği iddia edilmektedir.
Baron, bu haberin altını çizer ve gazetede başında yine Walter Robinson’un olduğu dört muhabirden oluşan Spotlight ekibini bu hikâyeyi araştırmakla görevlendirir.
Küresel salgınlar bitmedi ama bitmiş gibi davranışlar sergiliyoruz… Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına baktığınızda, dünya hayli hasta ve yeni salgınlara da hazır değil.
Mesela bu son bir hafta içerisinde küresel olarak 3 milyondan fazla yeni vaka ve 10 bin ölüm vakasıyla Kovid hâlâ can alıyor. Afrika bölgesinde sarıhumma 13 ülkeye yayıldı. Sarıhummanın yayılması, çoğalması, düşük nüfus bağışıklığı, nüfus hareketleri, viral bulaşma dinamikleri, iklim ve çevresel faktörlerin olası etkileri konusunda hiçbir bilgimiz yok. Peki, kolera vakalarının ve kolera ile ilişkili ölümlerin küresel olarak coğrafi dağılımlarına göre artış gösterdiğini biliyor muyuz? Hayır! Oysa kolera vakalarını rapor etmeyen onlarca ülkede baş gösteren salgınlar hayli endişe verici. Geçen yıldan bu yana Fransa, İrlanda, Hollanda, İsveç gibi ülkelerde görülen 10 yaşın altındaki çocukları etkileyen, kızıl hastalığı vakalarında da bir artış gözlemlenmekte. Sudan’da ebola yine gündemde…
***
İçerisi oldukça kalabalıktı. Ve olabildiğince sessiz…
81 ilden gelen vali yardımcıları, kaymakamlar ve emniyet mensupları bir toplantı salonunda bir araya geldi. Bazılarının elinde kâğıt-kalem, kendilerine verilecek insan hakları eğitimi seminerinin başlamasını bekliyordu.
2002’de Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Eylem Planı çerçevesinde mülkî idare amirlerine yönelik başlatılan bu bir yıllık insan hakları eğitim programında konuşmacılardan biri de felsefeci Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’ydi.
Kuçuradi, seminere bir soruyla başladı. Ve dedi ki: “Sizce insan onuru nedir?” Haysiyet, şeref, namus gibi kavramlar havada uçuştu… Mülki amirlerin hemen her biri “insan onuru” kavramını kendi varlığı, ailesi, işi, uğradığı mağduriyetler üzerinden açıklıyordu.
Kuçuradi bir sessizlik anını bekledi: “İnsan onuru başkasının başına gelen bir olay karşısında, sizin nasıl bir tutum sergilediğinizle ilgilidir. Biz, insan onurunu uğradıklarımızla değil, yaptıklarımızla koruruz.”
O anda, o salonda bir gazeteci olarak bulunduğumu unuttum. Her
Medya birkaç gün sonra şöyle yazacak: “Bir yılı daha geride bıraktık…” Ve artık bütün iyi temenniler gelecek yıl içindir. Tabii işler temenniyle çözülmediği gibi, yılı nasıl geride bıraktığımız da önemli. Çünkü her yeni yıl, geride bıraktığımız yılların ve o yıllardan kalan sorunların bir toplamı olarak yeniden karşımıza çıkıyor. Mesela bazı haberlere bakınca anlıyorsunuz ki; önümüzdeki yıllarda sığınmacılar ya da mültecilerin “uyum” sorunu ülkenin en önemli sorunlarından biri haline gelecek.
Hatırlarsanız geçen yıl kendisini “eğitimli” Afgan gazeteci olarak tanıtan ve bu ülkeye yerleşen bir Afgan, video yayınladı ve Türkiye’nin yaşam biçimini, kadınlarını hedef alan ağır ifadeler kullandı. “Google’a Türkiye yazınca karşınıza çıplak kadınlar çıkıyor” diyerek... Bu haddini aşan ifadeler tartışılırken Türkiye’ye yerleşen Suriyeli bir adamın 13 yaşındaki bir kız çocuğunu istismar etmesini görmezden geldik: Çocuğun doğum yapması
Hak ihlalleri bütün zamanların sorunu. Ve bütün ülkelerin. Dünyanın herhangi bir yerinde, farklı şekillerde, o ülkelerin siyasi iklimine uygun gerekçeler ve çeşitli yaptırımlarla karşımıza çıkar. Amerika’da, İngiltere’de, Afganistan’da, İran’da, Türkiye’de, Yunanistan’da, Sudan’da, Rusya’da, Çin’de, her yerde… Dünyanın her yerinde varlığını hissettiren, hiç bitmeyen ihlaller…
Her mağduriyet görünür kılındığı ölçüde bertaraf edilebilir, ama hak ihlallerinin en dehşet verici yanı haksızlığa uğrayanların görünmediği, yok sayıldığı, sesini duyuramadığı anlardır. Tıpkı 1961 yılında, “özgürlük” kelimesinin bile yasaklandığı António de Oliveira Salazar iktidarında iki Portekizli öğrencinin, bir kafede özgürlük için kadeh tokuşturdukları gerekçesiyle yedi yıl hapse mahkûm edilmesi gibi…
***
Bu öğrenciler, 60 yıl önce seslerini kimseye duyuramadı. Ta ki, Peter Benenson adlı bir hukukçu olayı medyadan
Kişisel verilerimiz elden ele dolaşıyor. Bu nedenle ülkede dolandırıcıların ağına düşmeyen kalmadı gibi.
Bugünün teknolojisi, kişisel verilerimizi öylesine pervasızca kullanıyor ki, hepimiz can ve mal güvenliği bakımından ipin üzerinde yaşıyoruz. Kimlik bilgilerimiz, banka hesaplarımız, telefon ve adreslerimiz özelimize dair her şey her yerde, hiç tanımadığımız insanların elinde. Bu şu demektir; çalınan kişisel veriler ve kimlik bilgilerinizle adınıza her türlü işlem yapılabilir, banka hesabı açılabilir, yeni telefon hatları alınabilir, kredi çekilebilir, dolandırıcılık, şantaj interaktif bankacılık gibi yığınla işlem sizin üzerinizden gerçekleştirilebilir.
***
2016’da bilgisayar korsanları tarafından internete yüklenen bir veri tabanının, 50 milyona yakın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kişisel bilgilerini içerdiği haberlerinden kısa bir süre sonra kendisini komiser olarak tanıtan, kimliğini bilmediğim bir şahıs, beni, cesarete bakın ki çalıştığım kurumun telefonundan aradı. Sınırda yakalanan bir teröristin üzerinden kimliğimin çıktığını