Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

TBMM Başkanlık Divanı “Meclis Onur Ödülü’nü tarihçi Prof. Dr. Kemal Karpat’a verdi geçen hafta... Tesadüfe bakın ki, ödülden 2 hafta önce tanışmış ve evinde sohbet etmiştim kendisiyle... Onu bu ödüle taşıyan nitelikleri bizzat gözleme şansını bulmuştum


Devrim Sevimay, geçen ay Prof. Kemal Karpat’la yaptığı söyleşiden sonra aradı:
“Karpat Hoca seninle tanışmak istiyormuş” dedi.
Heyecanlandım.
Emin Tanrıyar’ın İmge Yayınevi’nden çıkan nehir söyleşisi “Dağı Delen Irmak”ı yeni okumuştum. Asıl ben, kendisini “inatla dağı delmeye azmetmiş bir ırmak”a benzeten bu “küçük dev adam”la tanışmaya can atıyordum.
Randevulaştık.
2 hafta önce Hoca, Etiler’deki mütevazı site dairesinde ağırladı bizi; elleriyle Nescafe yaptı.
Özellikle “Mustafa” filmiyle ilgili tartışmalardan meraklanmıştı. Filmi görmemişti, ama yanımda götürdüğüm kitabı -kendi ifadesiyle- hayranlıkla inceledi.
“Kemal” adını annesi Zübeyde Hanım’dan almış ve Atatürk’ü babasından iki gün sonra kaybetmişti.
Uzun uzun Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten, Osmanlı’dan konuştuk.

Dağı delmeye azmetmiş bir ırmak
85 yaşının birikimiyle anlattıkları, soluksuz dinleniyordu.
Dedemin Kırım tatarlarından olması, ilk anda bir ortak payda yaratmıştı aramızda...
Tataristan anılarını anlattı biraz...
Türkiye’nin yurtdışında nam salmış üç tarihçisinin de Kırım kökenli olmasını değerlendirdik:
Halil İnalcık... İlber Ortaylı ve Kemal Karpat...
Kırım’ın havasında, suyunda, toprağında tarihe merak aşılayan bir element mi vardı acaba?

Kuruyan ağaçlar gibi...
Amerika’da yaşıyordu. Türkiye’ye dönmeyi düşünüp düşünmediği sorusuna, “Kökenlerimin önemli bir kısmı orada, dönemem” cevabını verdi.
1940’ların sonunda gittiği bu kıtada ömrünün büyük bölümünü geçirmişti.
“Baba evinden sonra gelirimle aldığım ilk ev orada” dedi, “Onu satamam. Satarsam kolumu kesmiş gibi olurum.”
Wisconsin’deki evini 1965’te almıştı. Şimdi boş kaldığında geyikler geliyordu bahçesine... Hatta onlardan miras bir kene tarafından ısırılmış, bir haftaya yakın hastanede yatmıştı.
“Bahçemdeki ağaçları kendim diktim” dedi ve ekledi: “Ama onlar da kurumaya başladı şimdi... Bizim gibi...” 

Başarının kimyası
Hoca’yla sohbet ederken, anlattıklarından ve Emin Tanrıyar’ın söyleşisinden, onu yazdığı 16 kitap ve 130 makaleyle uluslararası çapta önemli bir tarihçi haline getiren bileşkeyi düşündüm.
Onun hem Batı hem Doğu kültürüne bunca vakıf olmasının ve her iki dünyada da el üstünde tutulmasının ipuçları, kişisel tarihinde gizliydi. 
Öncelikle Avrupa’yı ikiye ayıran yerde, Romanya’nın Dobruca’sında doğmuştu. Bir yanında Kıpçak-Rus steplerinden Orta Asya’ya kadar uzanan ovalar vardı; diğer yanında Balkanlar ve Avrupa... O geçit noktasında doğmuş olmak, bir altın fırsattı. Hoca, kollarını o iki yana da uzatarak bu fırsattan bir tarih yazdı.
İkincisi, Romen idaresinde, Romenler arasında, Romen-Batı kültürü içinde, ama aynı zamanda katıksız bir Osmanlı-Türk toplumunda, Türk kültürüyle yaşamış, iki damardan da beslenmişti.
Yetiştiği, demlendiği Babadağ, çokkültürlü, çok dinli bir şehirdi. “Hemen her topluluktan insanlar vardı Babadağ’da... Yahudi toplumu, küçük bir Rum toplumu, Ermeni, Rus, Rumen, Bulgar toplulukları vardı.”

Dünyevi İslam
Ve tabii din faktörü: Kemal Karpat, dindar bir çevrede, ama “dünyevi bir İslam”ı soluyarak yetişmişti.
Dobruca’ya daha Osmanlı’dan önce yerleşen Türklerin önderi Sarı Saltuk’un liberal, açık İslam’ı ile babasının hoşgörülü İslam yaklaşımının harmanında büyümüştü. “Müslüman’ın vazifesi bu dünyada cennetler yaratmaktır” diyen babası, kendisi içmez ama Dobruca bağlarındaki üzümlerin bir kısmından şarap yapar satardı.

80 yıllık merak
Prof. Karpat, bu tarihi-dini arka planın önüne kişisel bir özellik ve yetenekle çıkmıştı:
Merak...
“Bir sırrın içine girme, ona vakıf olma” merakıyla 5 yaşında başladığı okuma macerasını 80 yıl aralıksız sürdürmüştü.
O meraklı beynin, 85 yaşında yeni bilgilere karşı hâlâ bunca iştahlı olmasına hem şaşıp hem hayranlık duyarak ayrıldım yanından...


Karpat, Balkan göçünü anlatıyor
Emin Tanrıyar’ın kitabında okuyup çok etkilendiğim bir sahneyi burada aktarmak istiyorum.
1935 yılı...
O zaman 12 yaşında olan Karpat, yıllar sonra tarihçi sıfatıyla ayrıntılarıyla inceleyeceği göçü, çocuk gözüyle nasıl gözlediğini anlatıyor:
“Gidecekleri gün, evimizin karşısında oturan Salih Dayı’nın avlusunda toplandılar. Gidecek olan
8-10 arabaya Yayla’dan ve başka Türk köylerinden gelen köylüler katıldı ve koskoca bir kervan oluştu. Bu göçmenler, yerini yurdunu terk ederek Köstence’ye gidecek ve oradan da gemiyle anavatana geçeceklerdi. Arabalar yol kenarına dizildi. Tanımadığım insanlar, çocuklar, hatta köpekler, kediler arabadan indiler. ‘Hadi! Hazır mısınız, vatana göçüyoruz’ dediler. Tam hareket edecekken, Babadağ’da oturan ve imamlık yapan uzaktan akrabamız Salim Hoca ‘Durun’ dedi. O zaman ilk defa tarihle göçün, acının kaynaştığını gördüm. Salim Hoca orada çok etkileyici bir nutuk çekti:
‘Biz bu topraklara gelmişiz, burada herkesle kadre gibi yaşamışız. Kimseye fenalık etmemişiz, burası bizim vatanımız. Dedelerimiz, büyük dedelerimiz yüzlerce yıl burada yaşamış. Hepsi burada gömülü... Bu topraklar bizim kanımıza işlemiş ve şimdi biz kurbanız. Gidiyoruz, vatanımıza dönüyoruz. Bir rüya varmış bir zaman, rüya bitti; dönüyoruz vatana... Buraları terk ediyoruz. Mağlup olarak dönüyoruz.’
Heyecanlanarak devam etti:
‘Gerçi yenildik, ama yok olmadık. Şimdi yeni bir geleceğe doğru gidiyorsunuz. Ve siz; geleceğin kahramanları... Hadi çıkarın kalpaklarınızı...’
Rumenler, Bulgarlar toplaşmış seyrediyorlar:
‘Haydi kalpaklarınızı çıkarıp bu adamlara selam verin’ diye bitirdi.
Kalpak çıkarmak orada hürmet ifadesidir. Herkes kalpağını çıkardı ve sonra tekrar taktı.
Salim Hoca, ‘Haydi yürüyün artık’ dedi ve arabalar yola koyuldu. Yola koyuldular, ama yavaş yavaş, yol da biraz bayır yukarı ya, atlar sanki gitmek istemiyorlarmış, sanki o toprakları terk etmek niyetinde değillermiş gibi, adımlar ağır ağır, gönülsüzce atılıyor. Ve kafile yavaş yavaş köyümüzden çıkmaya başladı; köpekler havlıyor, gitmek istemiyorlardı.
Yurdundan ayrılma ne kadar acıymış. Kim olursa olsun, Allah korusun! Zorla kopar gibi, arabalar gıcırdayarak, atlar istemeyerek, kadınlar ağlayarak, çocuklar sızlayarak, erkekler başı öne eğik, arkaya bakmamaya gayret ederek Köstence’nin yolunu tuttular. Ormana giden yol, mezarlığın yanından geçiyordu. Sanki emir verilmişçesine bütün arabalar mezarlıkta durdu. Herkes arabadan indi, çoluk çocuk mezarlığa doğru avuçlarını açarak dua ettiler. O manzara hiçbir zaman gözümün önünden silinemez. Yurduna, her şeyine veda edip giden bir sürü insan durmuş, dua ediyor.
Sonra kervan tekrar yola koyuldu ve tozlar içinde eridi gitti.
Nereye? Anadolu’ya!”


ERDOĞAN’A MEKTUBU:
“Tarihi fırsatı kaçırmayın!”

Prof. Karpat, 2006’nın Kasım ayında Başbakan Erdoğan’a bir mektup yazmıştı. “Tarihi fırsatı kaçırabilirler” kaygısıyla yazdığı ve cevap alamadığı bu mektubun ayrıntılarını Radikal’de Neşe Düzel’le yaptığı söyleşide açıklamıştı.
İşte o mektuptan bazı satırlar:
“İktidarsınız ama hakkınızda hâlâ Milli Görüş’ten ve İslamcı bir rejim kurmaktan vazgeçmediniz gibi şüpheler, korkular var. Bu şüpheleri gidermeye çalışınız. Herkesi ikna edecek, insanlarda şeriat korkusunu yok edecek, dindara da, dinsize de güven verecek bir felsefe ortaya koyunuz. Partinin ilerideki hareketini tayin edecek prensipler açıklayınız ve bu prensipleri partinize kabul ettiriniz ve sizden şüphe edenlere bir güven hissi veriniz. Kadrolaşmalar vs. gibi şeyleri inkâr edemezsiniz. Bundan korkanlar var. Bu yüzden çıkıp ‘Biz İslamcı bir rejimi ya da alabildiğine muhafazakâr bir hayatı getirmeyi asla amaçlamıyoruz. Zaten halkımız da bunu istemiyor. Biz halkımızın oyuna, isteğine uyuyoruz’ demelisiniz”.