Ne yalan söyleyeyim; bir rüşvet karşılığı gitmiştim söyleşiye...Öğretmenleri Fügen, ilkokul arkadaşımdı."Mutlaka öğrencilerimle tanışmalısın" demişti; "Gelirsen sana harika bir hediyem var."Bir saat boyunca nefis vakit geçirdik; onlar bana Kütükçü Alibeyi tanıttı, ben onların "Marsta hayat var mı?" gibi zorlu sorularını yanıtladım.Sohbet bitince "rüşvet"imi almaya geldi sıra...Fügen, çantasından bir VCD çıkardı. Okulun bilgisayarına taktık. Sanki bir zaman makinesinin motoru çalıştı. Ekranda 30 yıl önceki Fügenle ben vardık.Mimar Kemal İlkokulu... 1972 yılı mezuniyet töreni...Siyah önlüklü öğrenciler... Yakaları beyaz kolalı... Arkada ışıklı sarı saçlarıyla güzelim Cuyibar Öğretmen...Ve önde diz çökmüş çalı gibi karakuru bir çocuk:Ben!..***Bugün ana karnından itibaren görüntülenmeye başlayan çocuklar için belki ileride bunun kıymeti kalmayacak, ama benim yaşımda biri için kameraların daha ortalığa düşmediği o çağda çekilmiş 10 saniyelik bir görüntü bulmak ne sürpriz, tahmin edemezsiniz.Fügenin sınıfı bizim sınıfa benziyordu sanki; Fügen de Cuyibar Öğretmene...Bir feda kültürünün bayrağını devralmış da daha ileri taşırmış gibi hevesle, sevgiyle kucaklıyordu öğrencilerini...***Yavuz Turgulun "Gönül Yarası"ndan da, 10 saniyelik "kendi filmim" kadar etkilendim desem hak yememiş olurum.O da 1970lerden çıkıp gelmişti sanki... 30 yıl önce Yeşilçam perdelerine sarıp gömdüğümüz bir duyarlılıkla çekilmişti. Çıkışta üleşilen kâğıt peçetelerle salona yayılan hıçkırıklar tanıktı buna...Bana en az Cuyibar Öğretmen kadar tanıdık geldi, Turgulun Nazım Öğretmeni de...Onları, yakası eprimiş gömleklere kısa bağlanmış ince düğümlü kravatlarından tanırız. Ya da topuz saçları ile sade döpiyeslerinden...Sevecen sesleriyle, şefkatle okşayan ellerinden..Okuna okuna, taşına taşına yıpranmış, sosyal içerikli kitaplarla dolu kütüphanelerinden...Fedakârlıklarının bedeli olarak tel tel dağılmış hayatlarından...Ve adları "Nâzım", "Piraye", "Memet" konmuş çocuklarından...***"Gönül Yarası"nı izlerken ilk kez fark ettim; öğrendiğimiz her sözcüğü, çözdüğümüz her problemi, yazdığımız her kompozisyonu, öğretmenlerin evlatlarından, eşlerinden çalıp bize ayırdığı vakitlere borçlu olduğumuzu...Kamusal misyonları uğruna özel hayatlarından caydıklarını... Onların aile bağları biyolojik değil, sosyolojikti."3-5 öğrenci mektubu, birkaç fotoğraf için" yaşamışlardı.Bize bahşettikleri o servetin altında koca bir mezarlık vardı; ilgilenilmemiş mallardan, sınıftaki evlatlar yüzünden ihmal edilmiş öz oğullar ve kızlardan...O yüzden de kim bilir kaç öğretmen çocuğu, ana babalarının ideallerinin cenderesinde yetişmiş ve Can Yücel gibi babasına "Bilmezdi oturduğumuz semti / Geldi mi de gidici hep, hep acele işi" diye şiirler yazmıştı.Ama onlar, çocukları söyleyene dek farkına bile varmamıştı bunun...Rüzgârda savrula savrula yanan mumlar gibi, azıcık ışık verebilme uğruna, kendilerini yakıp tüketmişlerdi.Daha da tuhafı, "Gel yeniden yaşa" denilse, aynısını yeni baştan yaşarlardı."...acıyı bal eyleyerek..." can.dundar@e-kolay.net Ankarada Kütükçü Alibey İlkokuluna gittim geçenlerde... Doğruca 3-D sınıfına çıktım. Beni bekleyen cıvıl cıvıl çocuklarla tanıştım.