Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Unutamayacağım bir sahneydi. Berlin’deydik. Prof. Yılmaz Esmer, bir konferans salonunda müteşebbislere, “Türk halkının kültürel değerleri” araştırmasını sunuyordu.
Toplumda güvensizliğin giderek daha derine kök saldığından bahsediyordu.
Devlet yurttaşına güvenmiyor, onu potansiyel suçlu görüyordu. Yurttaş devlette her işin rüşvetle yürüdüğüne inanıyordu. Komşu komşusuna, ebeveyn çocuğuna, çocuk öğretmenine, öğretmen geleceğine inanmıyordu.
İtimatsızlık zinciri her halkada biraz daha genişleyerek büyüyordu.
Sunuş bitti; yaşlı bir işadamı söz aldı ve araştırma sonucunu teyit edercesine “Bence bu araştırma güvenilir değil” dedi.
* * *
Şimdi aynı Prof. Esmer, “Radikalizm ve Aşırılık Araştırması” ile bu kez bize toplumda farklı olana tahammülsüzlüğün uç noktalara sürüklendiğini söylüyor.
Neden böyle?
Neden mahalleye yeni biri taşındığı zaman önce merak, hemen ardından kaygı duyuyoruz?
Neden iyi bir komşu kazanma ihtimalinden çok “Evimizi soyar mı”, “Kızımızın namusunu bozar mı”ya kafa yoruyoruz?
Neden yeni girdiğimiz her yerde aklımıza ilk düşen soru “Kazıklanır mıyım” oluyor?
Sıradan bir lokantadan, Avrupa Birliği’ne kadar böyle bu...
Hep kazıklanageldiğimiz için mi?
Yoksa daha derin bir özgüven sorunu mu var ortada?..
* * *
Çok neden sayılabilir; ama bence en önemlisi, iktidarın bizi ancak korkularla bir arada tutabileceğine inanması oldu. O yüzden her kuşak kendi “öcü”leriyle büyüdü:
Komünizm...şeriat...bölücülük...
Sovyetler...Yunanistan...Ermenistan...
Tehdidin adı değişti, korkularımızın dozu hiç değişmedi.
Zaman içinde Sovyetler devrildi, komünizm yenildi, Yunanistan’la diyalog kuruldu vs. ama biz asırlık kaygılardan kurtulamadık.
Bize benzemeyen herkesten, farklı düşünenden, farklı giyinenden, Avrupalıdan, Amerikalıdan, Yahudiden, misyonerden ve giderek birbirimizden (Türkler Kürtlerden, Aleviler Sünnilerden, laikler “öteki”lerden vs) korkar olduk.
Yeni olan, değişik görünen her şey bizi ürkütüyor.
Bu güvensizlik beraberinde değişime direnci, içe kapanmayı, maziye özlemi, muhafazakârlaşmayı, tutuculuğu, Erbakan’ı, Demirel’i getiriyor.
* * *
Topyekûn bir silkelenmeye, sosyal terapiye, ruhsal pansumana, en önemlisi özgüvene ihtiyacımız var.
Aileden, özellikle de annelerden başlayarak bütün eğitim sistemi, korkuları aşma, kendine ve çevresine güven aşılama üzerine kurulmalı...
Çocuklar daha anaokulundan farklı olanla tanıştırılmalı...
Herkesi birbirine benzetmenin, farklı olanı da karakolda benzetmenin, bir toplumu bir arada tutamayacağı anlaşılmalı...
Bölünmemenin asıl yolunun, farklıyı ezmek değil, onunla bir arada yaşamayı başarabilmek olduğu anlatılmalı...
Araştırma sonuçlarını okuyunca şunu sezdim:
Bu topluma kadın eli değmesi lazım.
Müşfik bir cinsi latifin, “Sakin ol! Komşun gey de olsa seni etkilemeyecek. Mayolu kadın namusunu lekelemeyecek. Hıristiyan kuyumcu, seni dininden etmeyecek” diyerek başımızı okşamasına ihtiyacımız var.
Sorun şu ki, sistemin gözbağı, kadınları bile mayolu kadına düşman hale sokmuş durumda...
O yüzden de Milliyet’in önceki günkü manşetinde duyurduğu gibi “Hoşgörü çok uzakta” görünüyor.