Hayatımın en özel en duygusal, en gururlu günlerinden birini yaşadım bu hafta;
Oğlumun lise mezuniyet töreni…
Zaman denen şeyin ne kadar enteresan bir şey olduğunun en aleni göstergelerinden biri!
Sizden çıkan, sizin parçanız olan minicik bir bebek artık kendi ayakları üzerinde duran reşit birisi!
Pırıl pırıl gençler, üzerlerinde cübbeler, başlarında kepler ile bir dönemi geride bırakıyorlar. Onları izlerken kendi mezuniyetim geldi aklıma, gençlik dönemimin o heyecanlı, toz pembe anıları üşüştü aklıma! Hayatı artık kitaplardan değil yaşayarak öğrenmek istiyorum dediğim anı hatırlıyorum. Öyle tuhaf bir ruh haliydi ki o, hem her şeyi en iyi ben biliyorum hem de hiçbir şey bilmiyorum. Hem bir an önce hayata atılmak istiyorum ama sanki bir uçurumun kenarında durmuşum da kanatlarımı açıp bir türlü kendimi aşağı bırakamıyorum.
Mevzu sadece diploma denen bir kâğıt parçası değil, yıllarca süren bir emeğin ete kemiğe dönüşmesi! Gurun elle tutulabilir hali! Mezuniyet töreninde belki de son kez gördüğün insanlara daha bir dikkatli bakmak, değerini bilemediğin tüm günlerin acısını aynı anda yaşamak! O rahat o henüz kirlenmemiş günlerin kıymetini, giderayak anlamak!
Törende o umut dolu yüzlere, kahkahalar atan gençlere bakınca içim buruldu. Hayatın henüz örselemediği, düşlerini henüz kesip biçmediği, hayaller kurup gerçekleşeceklerine rahatlıkla inanabildiği ömrün bu en şahane dönemini, ileride hasretle anacaklarını henüz bilmiyorlardı. Ulaşana kadar bir bitiş çizgisi gibi görünen, ulaşınca da bu koşunun sadece ısınma turu olduğunu ve henüz başlangıç noktasında durduklarını, ileride anlayacaklardı. Henüz korkmuyorlar çünkü bu güzelim, bu zor bu sinesinde nice acılar barındıran ülke, henüz onları hırpalamadı. Hırpalamasın da inşallah çünkü geleceğe giden yolların her bir taşını döşeyecek kişiler ta kendileri!
Lise mezuniyeti, biraz da köprüden önceki son çıkış sanki! Üniversite gibi tam anlamıyla bir son değil ya hani! Ne istediğine karar verme süreci ve sahnede okul müdürünün, ‘Sevdiğin işi yaparsan çalışmak zorunda kalmazsın!’ sözündeki isabet gibi!
Bununla ilgili çok güzel bir hikâye anlattı öğrencilere, biz de nasiplendik tabii;
Bir grup mühendis, bir fabrikayı ziyarete gider. Verim çok düşük, üretim aşağılardadır. Bunun sebebini bulmak için işçilere sorular sorarlar:
- Ne iş yapıyorsun? Burada görevin nedir?
Birinci işçi, “Çivi çakıyorum. O kadar sıkıcı bir işim var ki bütün gün bu çiviyi çakıyorum” der. Bir diğeri, “Direksiyon takıyorum”, ötekisi, “Lastikleri yerleştiriyorum” der. Onca işçinin arasında bir işçiyi, hepsinin başına müdür yaparlar. Kimdir o biliyor musunuz?
O, görevi sadece kapı kulplarını takmak iken coşkuyla, “Araba üretiyorum!” cevabını veren kişidir.
Mutluluk bir hedef ya da yolculuk değil. Mutluluk bir karar! Başarıyı mutluluğa katık etmiş, mutlu olmaya karar vermiş, “Araba üreten” gençler lazım bu vatana!
Mezun, Arapça izin kelimesiyle aynı kökten geliyor; İzin almış, izinli, icazetli olmak…
Törende giyilen kep ve cübbe de vakti-i zamanında üniversitelerde eğitim görenlerin üniformasıymış aslında. Kep atma olayı da eğitimi boyunca kafada taşınmak zorunda olunan, kep denen bu tuhaf şapkadan kurtulma sevincinin göstergesiymiş. Yani okul döneminde yaşanan tüm stresin, somut olarak havaya fırlatılmasıymış. Valla mantıklıymış!
Ezcümle, mezuniyetten sonra hayat var mı diyenler;
Hayat, asıl şimdi başlıyor, sahne açılıyor!
Haydi gençlere kocaman bir alkış!
…………………..*………………………
PARÇALANMIŞ HAYATLAR
Herkes yazdı- çizdi, bir kelam etti! Ben de dökmek istiyorum içimi müsaadenizle, bir çift sözüm benim de olsun!
Popüler kültürün son kurbanı, Nihal Candan oldu!
Bağıra çağıra, salyalarını akıta akıta, eli bıçaklı bir katil gibi geldi ve gencecik bir kızı yok etti!
Katıldığı yarışmada, henüz batağa düşmemiş, hayat dolu Nihal’i izledim defalarca!
Nasıl güzel nasıl hayat doluymuş ta ki adına fenomen dedikleri bir sosyal medya figürü yaratana kadar! Sürekli ‘daha güzel olmalısın!’, daha zayıf olmalısın!’, daha güzel giyinmelisin!’, ‘daha çok tanınmalısın!’ diyen toplum denen canavar, içten içten yedi kızı! Öyle bir yedi ki 23 kiloya düştü ve bitti! Doymak bilmeyen o canavar, yeni kurbanlar ararken çağımızın hastalığı Anoreksiya yine manşetteydi.
Anoreksiya & Bulimia
Karıştırıyordum ikisini hep! Anoreksiya; ölene kadar diyet, Bulumia; Yediğini ölene kadar geri çıkarmak! Ortak özellikleri, yemekle savaşmak!
Anoreksiya’da, kilo alma korkusunun takıntı boyutuna varmasıyla sonu ölüm bile olsa hiçbir şey yememe durumu var. Bulumia’da ise ölesiye yiyip sonra da kilo almamak için kusmak! Çünkü zayıf ve ince oluşan beğenilirsin- tercih edilirsin ve en acısı da sevilirsin! 30 yıl önce var olmayan bir hastalık, yeni dünya düzeninin görsel dayatmalarının toplumsal sonucu olarak hayatımızın merkezinde ve çoğu kişiyi ele geçirip fiziken de ruhen de öldürmekte!
Her şey değişirken dünyada, değişmeyen şey insanlardaki güzellik algısı! Uzaya gidiyoruz, her şeyi yapay zekaya danışıyoruz, tek tuşla birçok ihtiyacımızı karşılıyor, minicik bir telefonla dünyanın öbür ucundakiyle görüntülü konuşuyoruz. Bunun gibi daha birçok şeyde ilerliyoruz, modernlikte sınır tanımıyoruz ama hala ilkel güzellik anlayışımızdan vazgeçmiyoruz. Bir zamanların rüya ölçüler, olan 90-60-90 ölçülerini bile kilolu buluyoruz. Güzellik, incecik olmakla, fit görünmekle, kusursuz filtrelerle ölçülüyor günümüzde ve gençler kendilerini aynada değil sosyal medyadaki beğeni sayılarıyla tartıyorlar.
Şöhretin ışıltılı dünyasının bedeli belki de! O dipsiz, karanlık delik içine çekerken bile vazgeçememek bu tatlı hayattan! Dikkat çekmek için her yolu mübah sayabilmek! Ya üniversite sınavına geç kalan ve küpesini çıkaramadığı için sınava alınmayan bir genç kız vardı hatırlayın! O kız sütyenle, evet siyah dantel sütyenle gelmişti sınava ve ertesi gün takipçi sayısı 50.000’e dayanmıştı. Ayıp ya da günah fark etmez, tanınmak, moda deyimle daha çok takipçi kasmak için sadece bedenini değil ruhunu satan insanlarla doldu ortalık! Kısa yoldan gelen şöhretin acısı, uzun ve zorlu çıkıyor yalnız, bunu da kimse unutmasın!
Sosyal medya üzerinden algı operasyonuyla cinayetler işleniyor, ruhlar ölüyor. Bizler ise suskun tanıklarıyız bu cinayetlerin yani bu sistemin! Çekirdek çitleyerek izleyip, bazen acıyıp bazen de gülüp geçip vah vah diyoruz. Yaralayan da biziz, yaralının başında ağlayıp sızlayan da! Sorumluluk almamakta bir dünya markasıyız!
Her şeyi çok hızlı yaşadı, şöhret merdivenlerini üçer üçer çıkmaya kalktı ve sistem onu da diğerleri gibi tükürüp attı. Nihal bunu kaldıramadı, kısacık zamanda sahip olduklarının elinden kaymasına dayanamadı ve kendince yapabileceği tek şeyi yaptı; Durdu! Mümkün olduğunca az enerji harcayarak, yemeyerek içmeyerek sadece durdu. Allah korkusu sebebiyle intihar etmek istemediğinden durarak yavaş yavaş ölmeyi tercih etti yani pasif olarak intihar etti.
Görünen o ki kısacık hayatında biriktirdiği dost görünümlü kişiler de iyi gelmemiş Nihal’e! 20’li kilolara düşmüş, kalp kasları çalışmaz, iç organları çığlık atarken avaz avaz, abuk subuk kıyafetler giydirip makyaj yapıp sosyal medyada kare kare paylaşan insanlar gördü bu gözler! Daha fazla beğeni alma, takipçiye sahip olmak adına kadıncağızın en perişan en kötü en bedbaht halini sosyal medyaya servis etmekten çekinmediler. Çünkü bu kişiler, empati yapamayan, karşındakinin hakkını, duruşunu hiçe sayan kişiler! Ah be Nihal! Seni nasıl üzmüşler!
Hiçbir sosyal medya filtresi, hayatı geri getiremez!
Güzellik, dar kalıplarda değil artık, sözde- kültürde- kalpte!
Zaman geçiyor, hayat kısa-kuşlar uçuyor!
Yaşayın gitsin işte!
………………………*……………………….
YANSIMANIN REALİTESİ
Mutluluğun, heyecanın ya da ne bileyim hissedilen güzel duyguların bu kadar anlamlı, değerli olmasının sebebi kısa olması galiba! Hele bazı heyecanların, kalbi güm güm attıran, midede kelebekler uçuran duyguların uzunluğu, anlarla sınırlı valla!
Bunu, oğlumun mezuniyet töreninde o kadar derin hissettim, istedim ki zaman dursun orada!
Bundan yüzyıllarca önce, birisi, ‘zamanı durdurdum, ânı dondurdum’ dese, gülerdi millet herhalde! Ama bir makineyle mümkün oldu bu işte. Yok canım öyle zaman makinesi falan değil o kadar teferruatlı düşünmeyin, hepimizin elinde olan hatta telefonlarımızın içine bile sığan bir alet;
Fotoğraf Makinesi!
Fotoğraf kelimesi, photographia'dan geliyormuş: Photo,ışıkla - graphia: çizmek…
Brecht, ‘Fotoğraf, realitenin yansıması değil, yansımanın realitesidir’ diyor fotoğraf için! Bana göre ise ânın dondurulması!
Geçmişe dalmanın, geçmişi yaşamanın en kolay en güzel yolu fotoğraflar! Geçici anları kayıt edip, gelecekte kalıcı kılabilen bir gereç! Mutlu olduğunuz o anı, yeniden yaşamanın, o zamana yeniden dönmenin aracı! Anların ve anıların otomatik ressamı!
Onlarca tarifi var fotoğrafın ama ben en çok, ‘günlük hayattan print screen yani çıktı alan alet’ tanımlamasını seviyorum galiba! Her türlü kağıt-evrak- doküman biriktiren, asla atmayan biri olarak zamanın somut şekilde belgelendirilmesi çok kıymetli! Mükellef bir sofra olarak düşünürsek hayatı, fotoğraflar da hayatın içinden belli anları parça parça kesip servis yapan an bıçakları! Uçakların derin sırlarını barındıran kara kutuları var ya fotoğrafçının da kalp-beyin-göz üçgenini barındıran karanlık oda’ları var. Eskiden karşındakine verebileceğin en değerli hediyelerden biriydi fotoğraf makinası! Dünyaca ünlü markaların kâh büyük kâh küçük fotoğraf makinaları, mücevher değerindeydi. Cep telefonları gelişip sadece haberleşme değil günlük hayatın her aşamasında ihtiyaçlarımızı karşılayınca, fotoğraf makinelerinin de ocağına incir ağacı dikildi. Aman iyi oldu, evde unutuluyordu, pilleri bitiyordu. Hem herkes sizde olduğunu düşünüp size güvenip yanlarına fotoğraf makinası almıyordu. Artık herkesin fotoğrafı da makinası da yanında!
Peki dünyadaki ilk fotoğrafı kim çekti biliyor musunuz?
Fransa'dan Joseph Nicéphore Niépce, 1826 yılında heliografi denen bir yöntemle ışığa duyarlı bir levha üzerinden çekim yaptı. Neyi çekti derseniz, dünyadaki ilk fotoğraf, "Le Gras Penceresinden Görünüm"! Yani bir pencereden çekilen görüntü! Tam 8 saatte çekilmiş bu fotoğraf, çekenin sabrı karşısında saygıyla eğiliyorum.
Renkli fotoğraf makinesinin ülkemize gelişi, anca 1970'li yıllarda olabiliyor. Türkiye’de çekilen ilk fotoğrafın ise İstanbul manzaraları olduğu söyleniyor. Ve 29 Haziran, Dünya Fotoğraf Makinesi Günü olarak kutlanıyor.
Fotoğraf çekenin, "gülümseyin" sözüyle kadrajını yaşamın mutlu yönlerine çeviren, zamanı durdururken hem hüzünlendirebilen hem kahkaha attırabilen bu alçakgönüllü mucize alet, kutlanmayı ziyadesiyle hak edendir!
Unutmayın ki bir fotoğraf, bin kelimeye bedeldir!
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Bölüşümü: Zenginin malının, züğürdün çenesini yoracağı cinsten! Ünlü haberleşme aplikasyonu Telegram’ın kurucusu Pavel Durov’un 106 tane çocuğu olduğu ortaya çıktı. Biz en fazla 12 ‘yi duymuştuk hatta bu sayıyla futbol takımı kurulabilir diyorduk, 106 çocuk, hayal gücümü de aştı! Bir de kaç kadından 106 çocuk, o mesele de beni meraklandırdı. Durov, 14 milyar dolarlık servetini biyolojik babası olduğu 106 çocuğa eşit olarak böleceğini açıkladı! O değil de bu bey üremekten ne ara vakit buluyor da para kazanıyor, bence o da araştırmalı, neyin peşinde bulunmalı!
Haftanın Virüsü: Tabiki yine Çin’den! Yarasalarda 2 yeni virüs tespit eden Çin bilim adamları, bu virüslerin, insanlara da geçerek solunum yolu hastalıklarını tetikleyebileceğinden ve ciddi beyin iltihabına yol açabileceğinden dolayı endişeli! Ya ne bulursa yiyen ve dünyayı eve hapseden, milyonlarca kişinin ölümüne sebebiyet veren bu Çinlilerden bıktık valla! Adam gibi beslenin kardeşim, dünyaya hükmediyorsunuz, börtü böcek yemekten vazgeçmiyorsunuz, nasıl bir şey bu ya! Akıllı olun, canımı yiyin!
Haftanın Sebzesi: Hem sağlıklı hem lezzetli sebzelerin incisi ‘Enginar’! Ege ve Akdeniz sofralarının gözdesi enginar, doğal antioksidanlarla dolu, düşük kalorili ve besleyici bir sebze! Kalpten karaciğere, sindirimden bağışıklığa kadar koruyucu ve kollayıcı tarzı olan enginarın turşusu da var dolması da! Hem zeytinyağlı yenebiliyor hem fırında! Çiğ olarak da leziz, püre olarak da! Bu kadar işlevli bir sebzeyi de yemeyeceksen, kenara çekil de dükkânın önünü kapama usta!
Haftanın Sızıntısı: Ortalığı karıştırdı! Dünya devleri Apple, Google, Facebook, Telegram gibi platformların kullanıcı bilgileri, kötü amaçlı yazılımlar aracılığıyla ele geçirildi! Uzmanlar, bu sızıntının phishing ve hesap ele geçirme için bir "kitle istismarı haritası" olduğunu belirtmiş! Hayatımız cep telefonlarında kayıtlı, bilgisayarlar da olmazsa olmazımız! Hal böyle olunca da bu sızıntılarla yanarız. Yetkililer, kullanıcıların derhal şifrelerini değiştirmesini, iki faktörlü kimlik doğrulamayı etkinleştirmesini ve şifre yöneticisi kullanmasını tavsiye etti! Bakalım kahramanlarımızı, önümüzdeki günlerde daha neler beklemekteydi?