Başbakan Tayyip Bey, Ankara’da Rusya Federasyonu Başbakanı Vladimir Putin ve İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ile el sıkışırken; bendeniz, elektrikli çaydanlığın demliğindeki süzgeç tuvalet küvetine boşaltılıp da, lavaboda çalkalandığı sırada; kalıntı çayların tıkadığı lavabo deliğini açmaya uğraşıyordum.
* * *
Suların gitmediği lavaboda, ortadaki deliğe; bu tür tıkanıklıkları gidermekte kullanılan özel pompa ile su ve hava bastıkça; deliğin içindeki çay parçalarıyla taneleri dışarıya çıkarak yüzmeye başlıyor ve ne elle, ne kaşıkla asla yakalanmıyordu.
* * *
Tıkanmış lavaboda, pompa gücüyle delikten çıkıp yüzmeye başlayan çay parçalarını, elimle dışarı savurtmaya kalkınca da; ıslanmadık ne gömleğim kaldı, ne pantolonum.
* * *
Haberlere göre Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında yüz yılın enerji anlaşmaları imzalanıyordu.
Türkiye’nin gereksinmeleriyle birlikte, Türkiye’den Avrupa’ya da dağıtılması planlanan doğalgaz ve petrol konuları görüşülüyordu.
* * *
Uluslararası Uzay İstasyonu’nda; Rus kozmonotlarıyla, Amerikan astronotlarının neler konuşmuş olduklarından ve uzay mekiği, uzay istasyonu gibi uzay araçlarında ne tür bir enerji kullanıldığından, elbet hiç söz edilmiyordu.
* * *
Kısa bir süre önce ABD Başkanı Barack Obama da, Moskova’ya gitmiş ve Rusya Federasyonu Başbakanı Vladimir Putin ile sarmaş dolaş olmuştu.
* * *
ABD’nin bir önceki Başkanı Bush dahi, Putin’i Amerika’da kendi çiftliğinde ağırlamıştı.
* * *
Soğuk Savaş yıllarından sonra, Washington ile Moskova’nın birbirlerini kucaklamak için açılan kollarını izleyen diplomatlar; ünlü bir Meksika fıkrasını tekrarlamaya başlamışlardı.
* * *
O fıkranın Türkçe bir versiyonu da vardı.
Kasabanın birinde 2 toprak ağası, ormanların içinden geçen bir derede balık tutmaya gitmişlerdi.
* * *
Ne var ki, ağalardan biri, çoktan kurumuş olan dere kıyısına geldiklerinde; belindeki altıpatları çıkararak, öteki ağaya doğrultmuş:
- Ulan it oğlu it, diye bağırmıştı; şimdi düştün mü elime. Hadi indir pantolonunu da, çömelip yestehle şuraya.
* * *
İkinci ağa çaresiz, pantolonunu indirerek çömelmiş ve ıkına sıkına yapmıştı büyük abdestini.
* * *
Ancak piştovlu ağa, tam bir belaydı. Tabancasını, ayağa kalkmaya çalışan öteki ağanın kafasına doğru uzata uzata yine bağırıyordu:
- Şimdi de ye bakalım, çıkardığın bokunu.
* * *
Tabancı tehdidi altındaki ağa, ister istemez yiyordu çıkardıklarını.
* * *
O sırada ise birden güçlü bir fırtına patlamış ve susuz dere yatağının kıyısındaki kurumuş bir ağaç, tabancalı ağanın üstüne devrilince; tabanca da elinden fırlayıp biraz öteye gitmişti.
* * *
Bu kez tabancayı, kendi dışkısını yemeye çalışan ağa kapmış ve kendisini tuzağa düşüren yerdeki ağaya doğrultarak:
- Hadi şimdi de sen, demişti; azıcık doğrul da indir pantolonunu ve başla yapmaya büyük abdestini.
* * *
Sonunda belalı ağa da, defi hacetini tamamladıktan sonra, tehdit altında bokunu yiyip bitirmişti.
* * *
Her iki ağa da ayrı ayrı dönmüşlerdi kasabaya.
Kendilerine:
- Ne kadar balık yakaladınız, diye soranlara da:
- Dere çoktan kurumuş, balık yoktu, demişlerdi.
* * *
Bazıları bu yanıtlara gülmüş:
- O derenin çoktan kurumuş olduğunu bilmiyor muydunuz, peki ne yaptınız oralarda, diye sormuşlardı.
* * *
Her iki ağa da, ayrı ayrı:
- Ne yapacağız, oralara giderek bok yedik işte, demekle yetinmişti.
* * *
Bizim lavaboyu özel pompayla açma olanağı yoktu.
Bu tür tıkanmaları giderici toz, yahut likitlerden almak gerekiyordu.
* * *
Herhalde Ankara’daki zirvede toplananlardan hiçbiri, bendenizin uğraşmakta olduğu çeşitten bir tıkanıklıkla uğraşmamıştı.
* * *
Onların açmaya uğraştıkları tıkanıklıklar, çok daha başka borulardaydı.
* * *
Uluslararası ilişkilerin de, bizim lavabo gibi tıkanan kanalları vardı, açılan kanalları...
Ve sonra da konjonktürler değişip, hepsi geçmişte kalıyordu...
* * *
Gustave Flaubert’in 150 yıl önce yazdığı “Madame Bovary” romanı da, yazıldığı tarihlerde birçok kişinin boğazına takılmış ve riya havuzlarının akışında bir tıkanıklık yarattığı için, mahkemeye verilmişti.
* * *
Bizim lavabonun deliğini ilaçla milaçla açmayı başardıktan sonra; şöyle biraz dinlenmek için, Taraf’ın gazeteyle hediye ettiği Madame Bovary’nin DVD’sine bir daha baktım.
* * *
Emma Bovary rolünü, Moskova Uluslararası Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü almış olan Isabelle Hupert oynuyordu.
Filmin yönetmenliğini de Claude Chabrol yapmıştı.
* * *
Tüm dünyada Madame Bovary filmini izleyip de; Emma Bovary’nin hayat hikâyesindeki değişik dönemlerinden birini kendi içinde de hissetmeyecek, genç-yaşlı kaç kadın vardı acaba?
* * *
Keşke Flaubert de görebilseydi şahyapıtının filmini...
* * *
Uluslararası kanallardaki tıkanıklıklarla uğraşarak, saltanatlı yaşamanın da bir çekiciliği olmalıydı ama; yıllar geçince sadece Meksika fıkrasını çağrıştırıyordu.
* * *
Madame Bovary’nin DVD’si de; silindir şapkalı, Viyana valsli kasaba balolarıyla, bizdeki bazı çağdaşlaşma özlemlerini çağrıştırıyordu gerçi ama; şimdi öylesine tıkanıklıklar çıkıyordu ki ortaya, Ergenekon iddianamesindeki kezzaplı çabalar dahi tam açılmasına yetmiyordu.
* * *
Küreselleşme süreci ise, her türlü tıkanıklığın açılmasını istiyor, ekonomik krizin timsah dişleri de; “bal tutanlar parmağını yalarken, tutmayanların avucunu yalaması dönemleri” artık değişsin diye bastırıyordu.