Kadıköy’ün dışarıdan kendini göstermeyen küçük sahnelerinden birindeyiz. Sokaktan direkt salona giriyoruz neredeyse. Karanlık. Sahnede genç bir adam, elinde darbuka, gelenlere laf atıyor. Salonda en ışıklı nokta, darbuka çalan hikâye anlatıcısı adamın gözleri. Yaşadıklarının ağırlığına, anlattığı hikâyenin karanlığına inat ışıl ışıl parlıyorlar. Adı Diyar. Seyirci yerini alırken o şarkıdan şarkıya geçiyor. “Bunu bilmiyor musunuz? O zaman öteki”. Reaksiyon alana kadar.
Birazdan bize bildiğimiz bir hikâye anlatacak. Bir sürü de bilmediğimiz şey. Hangisi gerçekten oldu, hangisi hiç olmadı, hangisi tam öyle olmadı, bütün bunlar yaşandı mı, anlattığı kimin hikâyesidir bilemeyeceğiz. Ama öyle bir anlatacak ki kapılıp gideceğiz.
İstanbul’da başlayacak hikâye. İklim krizinin vurduğu bir dünyada, büyük kuraklığın ilk aylarında. Musluklardan su bulanık akmaya yeni başlamışken. İnsanlar telefonlarına indirdikleri uygulamadan barajlarda suyun bitişini izlerken. Ama daha kafalarına kaldırım taşı kadar dolular yağmaya başlamamışken. Klimalar patlamamış, yangınlar ortalığı kavurmamış, sokağı köpek kadar fareler sarmamış, kaosu fırsat bilen İzan diye bir örgüt türememişken. Çok yakında “Kıyamet gibi acayip bi’ şey olacak. Tam kıyamet gibi de olmayacak ama”.
Diyar anlatıyor, salonda çıt çıkmıyor. Distopyaların artık film gibi, oyun gibi izlenemediği, roman gibi okunamadığı çağda “9/8’lik Kıyamet” ‘seyirciyi’ koltuğunda rahatsız etmeye, neye seyirci kaldığını düşündürmeye başlıyor. Hikâyenin ‘kalbinde’ Leyla var. Mahalleye bir gün aniden çıkagelen, kimdir nedir kimsenin bilmediği, kara uzun saçlı, zapzayıf, “rüzgârda titreyen çizgi film kızları gibi” bir kız. “Batak gibi. Bir bakmışsın çekmiş almış içine”. Diyar’ı da çekip alıyor bir bakışta. Bir de Kopil var. Kedi. Yoldaşı Leyla var oldukça asla yalnız yürümeyen bir kedi.
Diyar’ın günlerce yürüyerek geçtiği sınırın ötesinde, hiçbir ülkenin istemediği, Parazitler denilen göçebe topluluklara her akşam ateşin başında kulaktan dolma öğrendiği üç dilde anlattığı hikâyeyi biz Kadıköy’de nefesimizi tutarak, gözümüz dolarak dinledik. Müthiş bir metin, inanılmaz bir oyunculuk. Yazarı Şamil Yılmaz, bu yılın Afife Ödülleri’nde oyun yazarlarına verilen Cevat Fehmi Başkut Ödülü’nün sahibi oldu. Kendisini ben yine Mek’an Sahne yapımı çok başarılı “Dansöz” oyunuyla tanımıştım. Orada tek kişilik performansıyla çok beğenilen Sezen Keser “9/8’li Kıyamet”in de yönetmeni.
Şamil Yılmaz’ın yazdığı “Tevafuk” oyunu da bu sezonun çok konuşulanlarından idi. “9/8’lik Kıyamet” de öyle. Ayrıca oyun En İyi Oyun dalında Afife adaylarından biri. Diyar’ı oynayan Oğulcan Arman Uslu da En İyi Erkek Oyuncu dalında aday. İzleyenin unutamayacağı bir performans. Adımınızı attığınız ilk anda sizi avcuna alıyor ve son ana kadar gözünüzü alamadan izliyorsunuz. Halbuki çok istiyor insan Diyar’ın anlattıklarından gözünü, kulağını kaçırmayı. Taş gibi oturuyor yüreğinize oyunun tanıtım metninde kurulan sorunun ağırlığı: “Bildiğimiz dünya elimizden kayıp giderken, biz kimin elini tutacak, kimlerle yan yana yürüyeceğiz?” Yine de yarın akşam belki başka türlü anlatacağı hikâyeyi bir daha dinleme isteğiyle ayrılıyoruz Koma Sahne’den. Bunun da çok kolay olmayacağını ekleyelim; biletleri çıkar çıkmaz biten bir oyun. 28 Haziran’da Boa Sahne’de oynanacak, 7 Temmuz’da Gümüşlük Akademisi’nde. Belki ateşin başında bir yer bulma şansınız olur.