Eğri oturup doğru konuşalım. Türkiye idare edilemiyor. Halk iş, aş, eğitim, mutluluk istiyor, oysa hükümet ve diger partiler başka şeylerle meşgul.
73 milyonu değil, yalnız kendi iktidarlarını düşünenlerle halka mutluluk gelemez, getirilemez. Kadrolaşma aldı başını gidiyor.
YÖK ele geçirildi, yargı malum, şimdi sıra orduda. Onun da operasyonu sürüyor.
Her gün siyasilerin kavgası, kavgası, kavgası...
Her gün ağız dalaşı, dalaşı, dalaşı...
İç dış sorunların hiçbirinde uzlaşma yok.
İyi, güzel bir söze, iyi siyasete hasret gideceğiz.
Bıktık.
Bu böyle devam eder mi?
Edemez...
* * *
Bize, yaşatılan ve halkı mutlu eden bir demokrasi lazım, demokrasi müsvettesi değil, demokrasi aldatmacası değil.
Bugünkü gibi, lider sultasının, lider vesayetinin adının demokrasi konulduğu bir rejim değil.
Son günlerin modası, 30 yıl önceyle vakit geçirmek, oyalanmak...
Bugünkü siyasilerin çoğu, başta Başbakan Erdoğan geleceği düşünüp planlayacağına düne takılıp kaldılar. Çünkü bu kolay; Başbakan, 8 yıl sonra bugün niye 12 Eylül’ü hatırladı.
Demokrasi sevdasından olsaydı 8 yıldır neredeydi?
Tayyip Erdoğan 12 Eylül öncesini görmüyor, hep 12 Eylül sonrası olayları diline doluyor, bu işine geliyor, askeri halkın gözünden düşürsün de ne olursa olsun. Çabası o. Yani, ordu yeniden dizayn ediliyor.
* * *
Ben demokrasi yandaşıyım. Ama, darbelere olduğu kadar iki yüzlülüğe de karşıyım.
12 Eylül’de, 12 Eylül’ü savunanlar vardı, ama onlar bugün döndüler ve 12 Eylül’ü acımasızca suçluyorlar.
Gerçekçi olalım ve o günleri hatırlayalım. 12 Eylül’ün sonrasını yazdığımız gibi öncesini de yazalım. Objektif olalım.
12 Eylül öncesi Türkiye idare edilemez hale gelmişti. Polisler ayrılmış, memurlar bölünmüş, işçiler ayrılmış, öğretmenler ayrılmış, gençler bölünmüş, kahveler bile ayrılmıştı.
Halk birbirine düşmüş, siyasi cinayetler almış başını gidiyordu. Her gün birkaç kişi öldürülüyordu. Buna çare bulmak bir yana politikacılar aylarca Cumhurbaşkanı bile seçemiyordu. Adeta iç savaş vardı.
Bu böyle gider miydi?
Keşke siviller bu duruma demokrasi içinde son verebilse düzeltse idi. Darbeyle koltuktan uzaklaştırılan Demirel bile daha önceki gün Cumhuriyet’e “... Asıl mesele ülkenin darbeye zemin verecek şartlar içine sürüklenmemesi” dedi.
* * *
Sivillerin boş bıraktığı yeri asker doldurdu. Yani siviller askere davetiye çıkardı. Yani 12 Eylül, sivillerin başarısızlığı idi, askerlerin başarısı değil.
Halk da çaresizdi, biri gelsin bu kaos bitsin istiyordu. 12 Eylül Anayasası onun için halktan yüzde 92 oy aldı.
Ve bugün 12 Eylül’ün aleyhinde konuşanların bir çoğu da o darbeci askerlere sokuldu, yağcılık yaptı, teşvik etti. Bu konuda Evren Paşa’nın kitabı da var, isim de veriyor. Alın bakın.
Tabii bunlar 12 Eylül’den sonra yapılan hukuksuzlukları, haksızlıkları haklı gösteremez.
İnsanlık dışı olayları, tasvip anlamına gelmez.
Bu durumu yazmak sivil, yani normal rejimleri yermek, askeri darbeleri methetmek anlamı da taşımaz.
Eleştireceğimiz demokratik rejim değil, bu rejimi dejenere eden sivil yöneticiler, politikacılardır.
Askerlerin idaresine ülkeyi muhtaç edenler, askere davetiye çıkaranlar ve cinayetleri önleyemeyenler de bunlardan sorumlu olmalıdır. Onlar da yargılanmalıdır. Hesaplaşma yapılacaksa tam olmalıdır.
BAŞBAKAN ERDOĞAN ‘GÜVENOYU’ İSTİYOR
Başbakan, referandum kampanyasına erken başladı ve “Evet” istiyor.
Başbakan bu kampanyada genellikle anayasa değişikliğini, yani referandum konusunu konuşmuyor. Sanki değişen 26 madde yok. Ne olursa olsun amacı “Evet”lerin çok çıkması. Bunun için de 12 Eylül’e sarıldı. Halkı kutuplaştırıyor.
Yani Erdoğan sonunda “Evet” kazanırsa seçim kazanmış gibi propaganda yapacak. Kendisini halktan “güvenoyu” almış sayacak.
Özet şu: Erdoğan’ın amacı, iktidarını devam ettirmek. Ve sonra Türkiye’deki rejimi değiştirmek.
Öyleyse halk bu referandumu bir mini seçim gibi, Erdoğan’ın güvenoylaması gibi görüp, ona göre oy vermeli.
12 EYLÜL
Öncesi gibi
Her yerde gizli dinleme, izleme var. Baskı, korku kol geziyor. Her yerde kadrolaşma var. Bugün bir mahkemenin saldıklarını, yarın başka bir mahkeme içeri alıyor. Yani yargı siyasallaştı. Adamlar suçlu mu anlaşılmadan aylarca hapiste tutuluyor. 5 ay sonraya duruşma günü veriliyor. Asker yıpratılıyor. 30 Ağustos arifesinde içlerinde görevdeki generallerde olan 102 subay için “yakalama emri” çıkartılıyor. Yani tasfiye girişimi var. Siyasi terör azdı, önlenemiyor.
Bursa’da ve Hatay’da halk arasındaki çatışmalar yayılırsa, yandık. Bahçeli, Ülkücü’lerini tutmasa bütün sokaklar çatışma alanı olacak... İç savaş gibi...
Bu, 12 Eylül ortamını hatırlatmıyor mu?
Başbakan acaba buna ne der?
GAZETECİ
İnandığını yazmak
İnandığını söylemek, yazmak Türkiye’de bugün çok önemli.
Çünkü “yandaş basın” var, “çıkarcılar” var, “dönekler” var.
Bunlar doğru bildiklerini ve inandıklarını yazmıyorlar. Daktilo gibiler, tuşlara başkası basıyor, onların yazıları çıkıyor.
1 Mart tezkeresinin kabulünün Türkiye lehine olacağına inanıyorduk. Biz de bunu yazdık.
Bizim gibi düşünen Tayyip Erdoğan’dı, aksini düşünen AKP’nin ekseriyeti ve CHP idi.
Nükleer santrallar konusunda biz geç kalındığını düşünenlerdeniz. Hemen diğer ülkelerle nükleer konusundaki arayı kapatalım ve santralları yapmaya başlayalım diyoruz. Bu konuda geç bile kaldığımızı hep bağırıyoruz.
Buna CHP itiraz ediyor ve Anayasa Mahkemesi’ne gidiyor. Nükleer santralları savunan ve ihaleye çıkaran ise AKP.
Şimdi AKP bunu savunuyor diye biz doğruluğuna inandığımız konudan vaz mı geçeceğiz? Asla.
Yazar, ülkesi için faydalı gördüğünü, doğru bildiğini, inandığını savunacak, particilik yapmayacak, yani olaylara o veya şu partinin gözlüğünden bakmayacak.
O zaman gazetenin de gazetecinin de halk nazarında prestiji artar, saygınlığı olur.
Ama günümüzde “yandaş medya” lafı boşuna söylenmiyor. “Dönek” lafı boşuna çıkmadı. “Çıkarcı” lafı boşuna değil.
İşte ben bunlara üzülüyorum.
SAKIK
Hangi cephe?
“3. sınıf bir ülke olursunuz.”
Bunu ABD Büyükelçisi, BDP’li Sırrı Sakık’a söylüyor.
Hürriyet’in manşeti şöyle: “Ayrılırsanız 3. sınıf bir Ortadoğu ülkesi olursunuz. Türkiye de Batılı bir ülke olarak yoluna devam eder.”
Herhalde ABD Büyükelçisi, Sakık’ın bir TV programında söylediği şu cümleyi duydu: “Bizim cephe 40 bin kayıp verdi...”
Sakık’ın burada sözünü ettiği cephe ayrılıkçıların cephesi mi, PKK cephesi mi?