Doç. Dr. Süleyman İNAN
Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun olan Süleyman İnan, 1997’de yüksek lisansını; 2003’te de doktora çalışmasını tamamladı. 2008’de ise doçent oldu. 1997’den beri Pamukkale Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan İnan’ın, Türkiye’nin yakın tarihi, tarih yöntemi ve biyografi üzerine yayımlanmış kitap ve makaleleri vardır.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç yeni anayasa yapımına atıfla “elini taşın altına sokanın ihanetle suçlandığını” söylemişti. Kılıç, herkesi ilgilendiren böylesi bir konuda muktedir ve muhaliflerin görüşlerini yapıcı tarzda aktarmasının altını çiziyordu.
‘Hain’ damgası
Demokrasi geçmişine baktığımızda, esasında bu süreç tersine başlamıştı. Yani, önce siyasal iktidar, muhalefeti ihanetle suçlamıştı. Böylesi bir anlayışının tarihi, örgütlü siyasi partilerin kurulduğu Meşrutiyet yıllarına kadar geri götürülebilir. İttihatçılar, iktidarın çekirdeği oldukları bu devirde, kendilerine karşı çıkan unsurlara “hain” damgası yapıştırmakla beis görmüyorlardı. Kendilerince, ülkenin en zor anında muhalefetten gelen her eleştiri, zamansızdı ve ülkenin birliğine halel getirmekteydi. Beslendiğimiz siyasi kültür de, itaati esas alıp, farklı yola sapmayı anlatan muhalefeti “nifak tohumları saçmakla” eşdeğer gören bir anlayışı içeriyordu. Mütareke ve Milli Mücadele yıllarında ise, ülkenin kurtuluşu için gerçekten iyi niyetli ve samimi güç hâlelerin yanında olmayanlar “iç düşman” olarak görüldü.
Bu yıllarda “içimizdeki hain”, daha çok işgalci devletlerle işbirliği içinde olan bazı gayrimüslim unsurlara işaret ediyordu. Erken Cumhuriyet devrindeki yeni yönelim ise, yeni bir toplum ortaya çıkarmak üzerineydi. Birbirine benzeyen, homojenleşmiş tek kütle olmayı anlatan solidarist (dayanışmacı) anlayışının tesiriyle bu süreçte etkin muhalefetin yeri olamazdı, olmamalıydı. Yönetici elitindeki bu inanç, tek partili sistemin savunulmasını gerekli kılıyordu.
Çok partili döneme geçildiği 1946 sonrasında ise durum değişmişti. 1923’den beri iktidarını sürdüren CHP’nin devletin “sahibi” ve kendinden emin pozisyonu ile varlığının devamından hâlâ “endişeli” muhalefet partilerinin ilişkileri eşit değildi. 1950 seçimlerini kaybeden CHP’nin, yeni iktidar Demokrat Parti’ye, iktidarı teslim edip etmeyeceği bile söylenti mahfillerinde bir süre dolaştı. Dolayısıyla 1950’ler boyunca iktidar-muhalefet ilişkileri, CHP için güven tazeleme; DP için endişeyi giderme babında cereyan etti. Bunun yansıması olarak iki liderin (İnönü-Menderes) arasındaki söz düelloları ise, siyasi dili keskinleştirdi.
Fanatik muhalefet
1960 ve 1970’lerde kurulan çok sayıda siyasi parti, kendini arayan kesimler için bir “kimlik” tanımlamasıydı; dolayısıyla particilik, siyasi görüşlerde radikalliği teşvik etti. Çoğunlukla “takım tutmaya” benzetilen bu yıllardaki “partizanlık” olgusu, hükümetin her yaptığına olumsuzlamak gibi bir muhalefet anlayışı ortaya çıkarttı. Zaten bu yılların sadece hükümete değil, siyasi düzenin hepten karşıtlığına dayanan politik bir atmosferi vardı. 27 Mayıs darbesiyle başlayan demokrasi kesintileri ve ara rejimlerle etkisi artan askeri yönetimler devrinde, sindirilmiş olan muhalefet gizli ve mahrem mahzenlerinde iyice fanatikleşti. Hele 28 Şubat sürecinde, ülke insanların büyük bölümü eski anlayışının yeniden tezahürü olarak kimi zaman “hainlikle” suçlanabildi.
İletişimin etkisi
Ancak özellikle 1990’lardan itibaren giderek büyüyen iletişim ağı, farklı görüşteki insanların birbirlerini daha iyi tanımasına fırsatı verdi. Bu yıllarda özel televizyon kanallarının sunduğu sabahlara kadar süren “Siyaset Meydanı” benzeri tartışma programlarıyla, değişik görüşler aynı ortamda karşı karşıya geldi. Tartışma adabı, insanların farklılıkları olduğunu ve sırf bu yüzden saygıyı hak etmesi gerektiğini gösterdi. Ama yine de, tartışma kültürümüz, hâlâ okullardaki münazaralardan izler taşımaktaydı. Zira bu tür münazaralarda, tez savunulurken karşı tarafın dediği hiçbir şey doğrulanmayacak, kabul edilmeyecekti.
Geldiğimiz noktada da bizdeki siyasi muhalefet, bu münazara anlayışından kopamamıştır; yani ne söylendiği değil, nasıl söylendiği önemli. Pratikte ne olması gerektiğinde değil, ne olmayacak, onun üzerinedir. Partilerine destek olanların hoşa gideceği zannıyla laf yetiştirmek üzerine bir karşıtlık söz konusu. Dolayısıyla hangimizin lafları kaç okka eder hesabıyla ölçülü bir münazara var. Hakikaten, bazı kimselerin dillendirdiği “Tribünlere oynamak” sözü boşuna değilÖ Eğer maksat kitlesel desteği genişleterek büyümek değilse; yani sadece elde olan tabanı tutmak ise belki bu, en pragmatik yol. Kimbilir!...
Söyleyecekleri çok
Peki muhalefetin münazara üslubundan kopması, muvafık olmak anlamı mı taşır? Mal zm, muvafık, muhalif olmanın zıddı; yani, uygun düşmek demek. Elbette (çoğu) kimse siyasi iktidarı elinde tutan gücün yanındaymış gibi görünmek istemez. Adab ve görgümüz, bunu hoş karşılamaz da. En uçta, “yağcılık” ve “yardakçılık” gibi galiz sıfatlarla bile anar. Üstelik siyasi iktidarın, doğası gereği denetim ve etkilerini büyütme eğiliminde olduğunu herkes bildiğinden, iktidarla mesafeyi koymayı insanlarımız önemser; dahası takdir de eder. İşte bunun için, siyasi muhalefetten mutlak gücü sınırlamak ve alternatifler tavsiye etmek işlevinde etkili olması beklenir.
Bu anlamda muhalefetin, istenirse kendi zaviyelerinden söyleyecekleri de o kadar çok ki... Fakat görünen o ki, siyasi iktidarla muhtemel bir uzlaşma görüntüsü, zaaf belirtisi olarak algılanmaya devam ediyor. Bu noktada, geçmişin güne taşıdığı yıpratmaya dayalı muhalefet anlayışını bırakıp, iknayı esas alan rasyonel muhalif anlayışı benimsemek önemsenmelidir.