Ece Temelkuran

Ece Temelkuran

Tüm Yazıları

Madrid

Önceki gün Madrid’e geldim. Fundacion Pablo Iglesias ve Universidad Autonoma de Madrid’de iki konuşma yapacağım. Profesör Fuat Keyman, Profesör Ergun Özbudun, Profesör Sabri Sayarı ile birlikte Türkiye’de demokratikleşme (ya da demokratikleşememe) üzerine konuşacağız. Fuat Keyman ve ben sivil toplum ayağını anlatacağız. Özbudun ve Sayarı anayasal reform üzerine bir sunum yapacaklar. İspanya ve Türkiye arasında entelekt köprülerinden biri daha kurulacak.
Buraya kadar her şey iyi. Ve fakat toplantıya gelirken cep telefonumu İstanbul’da unuttum. Bu kadar ciddi bir iş yaparken cep telefonu meselesini açmak istemezdim ama unuttum. Ve kâbus başladı. Kâbusun başlığı şu:
Biz cep telefonu yokken nasıl yaşıyorduk?

‘Gördüm seni, kapa!’
Hakikaten hatırlamıyorum. Cep telefonuyla doğmuş değilim, hatta herkese göre hayatıma geç girdiği bile söylenebilir ama hakikaten o olmadan önce insanlarla nasıl buluştuğumuzu unuttum. Birbirimize daha çok güveniyorduk belki de.
‘Şu saatte şurada olunacak’ dendiğinde olunuyordu. Bin kere ‘Geliyor musun?’, ‘Geldim’, ‘Dur ben köşeden dönüyorum’, ‘Dur, ben de seni gördüm. Kapa!’ gibi aslında son derece lüzumsuz olan ve hemen hepimizin yaptığı o konuşmaları yapmadan buluşmayı becerebiliyorduk.
Uçağa binip indiğimizde ne yapıyorduk? İnsanlar otele ya da herhangi bir yerdeki herhangi bir telefona ulaşsınlar diye bekliyor, endişelenme zamanını o ek süreyle birlikte hesaplıyorduk.
Şimdi insanlar iner inmez uçağın içinde cep telefonunu açıp daha koridordan geçerken ‘Aloo. İndim ben. Hı hı. Ararım sonra’ deyip ilk müjdeyi derhal veriyorlar.
Bu herkes tarafından öyle alışıldık bir hale geldi ki bunu yapmadığın zaman seni bekleyenler derhal havayolu şirketini aramaya başlayabiliyorlar:
‘İndi mi uçak acaba?’

Aşk ve cep telefonu
Gelelim en önemlisine. Bu cep telefonu olmadan önce sevgililerimizle ilişkilerimiz ne âlemdeydi?
Yıllardır evli ve çocuk sahibi bir arkadaşım geçen gün şöyle bir şey söyledi:
“Biz karımla günde beş kere cepten konuşuruz hâlâ.”
Eşini çok seven arkadaşım bunu sevgisinin göstergesi olarak söylüyordu. Bakıyorum, hepimiz aynı şeyi yapıyoruz.
Sevgililerimizle lüzumundan fazla (mı acaba?) konuşuyoruz. Çünkü konuşabiliyoruz. Çünkü konuşabilecek olmamıza rağmen konuşmazsak karşı taraf yanlış anlar diye mi düşünüyoruz acaba? Bir de acaba eskiden kalbimizi yakan aşkımız artık cep telefonunun mikrodalga fırın etkisiyle beynimizi mi yakmaya başladı? O da var yani.
Yalnız başına, cep telefonsuz, Madrid sokaklarında dolaşıyorum. Teksas’ta silahsız gibi hissediyor insan kendini. Tuhaf bir his.

Flamenko
Oraya buraya bakıyorum. Komik bir şey görüyorum ya da hayret verici bir şey; elim telefona gidiyor. Birini arayıp söylemem gerekiyormuş gibi.
Ama telefon yok. Anlıyorum ki hayatı aklımıza yazmayı unutuyoruz en çok. Cep telefonu yüzünden hatırlamayı, bir hikâyeyi sonradan hatırlayıp anlatmayı unutuyoruz giderek. O anda, olay olurken anlatmaya alışıyoruz. Hepimiz aslında hayatın televizyon muhabirlerine dönüşüyoruz bir parça. Durmadan anlatıyoruz. Daha yaşarken anlatıyoruz:
‘Şu anda Plaza Mayor’dayım. Siyahlar giyinmiş genç bir kadın, iki gitar eşliğinde flamenko yapıyor. Müzik çok güzel. Güneş batıyor ve insanlar sütlü kahvelerini içiyor. Seni özledim.’