Oğuz Çetin’in performansını "yetersiz" bulmak en doğal hakkınızdır...
Ortaya koyduğu işi beğenmemek, eleştirmek, hatta kızmak da öyle.
Ama "çırak" falan gibi yakıştırmalar, "korkak" türünden tanımlamalar, "yetersiz", "yeteneksiz" tarzında teşhisler, en azından ayıptır.
Oğuz Çetin, bu söylediklerinizin hepsi de olabilir hiçbiri de.
Veya bugün hepsi, yarın hiçbiri!..
Ya da işinize gelmiyorsa hepsi, geliyorsa hiçbiri!..Orası sütünüze kalmıştır.
Çetin’i ve kamuoyunu bağlayan söyleyiş tarzınızdır.
İnsanlar artık böylesine ucuz klişe aşağılamalardan bıkmıştır.
Bu davranışın medyadaki karşılığı, "ne kadar kötü bir yazı" yerine "yeteneksiz"; "hatalı yorum" yerine "aptalödır. Hatta birbirlerine "ayı" diyen yorumcularımız bile vardır.
Stat kapılarındaki ayaküstü "fast" yorumlar, yapanın yanına kâr kalmamakta, kamuoyu "nüansları" bile yakalamaktadır.
Oğuz Çetin’in Fenerbahçe’den gitmesi meselesine gelince...
O konuda söz hakkı, tüm sorumluluğu üstlenmiş olan yönetim ve başkandadır ki, kendileri Lorant gibi bir hocaya tanıdıkları toleransla "sabır" yönünden dünya futbol literatürüne geçmiş bulunmaktadırlar.
Oğuz Çetin konusunda hareket alanları yoktur ve gelecek sezona kadar kendileri kalıp, Çetin’i göndermeleri mümkün değildir.
Beğenmezseniz eleştirin, ama "gitsin" falan diye olmayacak duaya amin demeyin.
"Sen de mi Güven" demeyin lütfen; bu megalomani değil, durum tespiti.
Ters Köşe’yi izleyenler hatırlayacak; geçen hafta "Bir ihtimal daha var" başlıklı bölümde "Galatasaray derbiyi alacaksa, bunun nedeni Malatyaspor ile oynadığı kupa maçının ikinci yarısındaki kazanımları olacaktır" demiş ve Sarı - Kırmızılılar’ın nostaljik presine, süratine, mücadeleciliğine dikkati çekmiştim.
Birkaç kişi dışında benimle aynı fikirde olan yoktu ama, bugün başta Fatih Hoca, hemen herkes Malatyaspor maçındaki kazanımlardan bahsediyorlar. Ne mutlu bana.
En büyük suçlu, en güçlü...
"Provokatör", besili gardrop güvesi gibi kanatlanınca, kendini dostluk meleği sanıyor...
Gündelik yaşamda melek misali insanlar, sıra futbola gelince şizofrene dönüyor. Bölünmüş kişilikler, konfeti gibi sahaya dökülüyor.
Ekranda patavatsız... Sütunda insafsız... Yönetimde amansız... Tribünde sorumsuz davranışlar gırla.
"Arının evini yıkan balın tadıdır" özdeyişi krampon giymiş; futbolun keyfi yüzünden memlekette keyifler kaçıyor.
Kavga sokaktan ‘VIP’e terfi etmiş. "Linç" sahaya inmiş...
Tribünün "şerefi" iki paralık. Kale arkası mancınık, kapalı küfürbaz cıvık.
Diş fırçası girmemiş ağızlar, İstanbul’dan Başkent’e kadar, insanların mahremiyetinin en ücra dehlizlerine destursuz giriyor.
"Toplu" nevroz bu olsa gerek.
Ben aynı gün, sevgili Engin Verel’i hastahanede ziyaret ettim, Sayın Abdullah Çevrim’le derbide karşılaşıp "geçmiş olsun" dedim, maçtan sonra sayın Fatih Altaylı’nın sağlık durumunu takip ettim.
Artık; kurşun ahlâktan pahalı. Karakter, yumruktan yumuşak. Namus ve haysiyet pusu atan çakallara emanet.
Şantaj, tehdit, rüşvet.
Bu koşullar, bulanık suda "dolar" avlayan reyting peşindeki bir yorumcunun arayıp da bulamadığı fırsatlar aslında:
"Kavgayı o başlatmadı."
"Başkan koluyla o hareketi yapmamalıydı."
"Kabahat poliste! Hayır yöneticilerde. Peki medyanın katkısı?"
"Üstadım; küfür edenler sütten çıkmış ak kaşık mı?"
Yaz yazabildiğince, konuş konuşabildiğin kadar. Nasıl olsa, her fikrin mebzul miktarda taraftarı var.
Bana gelince... Birçok saygıdeğer meslektaşın ağzını şapırdatıp ellerini oğuşturarak körük bastığı günlerde "hak, hukuk, adalet, terbiye, nezaket" gibi "demode" kavramlara saplanmış bir "marjinal" olarak, geçtiğimiz haftayı protesto ediyorum ve sözü bu konularda "kota"larını tamamlamamış arkadaşlara bırakıyorum.
Hazır reytingi de var; bakarsınız fair play’den dem vururlar.
Milliyet okuyucuları bilmez; Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, spor köşe yazısı dalında "yılın gazetecisi" unvanını bana layık görmüştü, salı gecesi bu kıymetli ödülü aldım.
Bu köşeyi okumayan Milliyet okurları yine bilmeyecek... Çünkü söz konusu yazım Fanatik’te yayınlanmıştı. Aynı durum genç arkadaşım Murat Ağca için de geçerliydi; o da ödülü Fanatik’te yayınlanan bir röportajıyla almıştı.
Uzun aralıklarla da olsa yaklaşık çeyrek asırdır Milliyet’le özdeşleşmiş bir 212 mahkumu olarak, haber değerimin olmamasını kişisel bir tavır olarak algılamadım elbet. Medyada rekabet o boyutlara gelmişti ki, her kuruluş kendi ödüllü çalışanını duyurup diğerlerini yok sayarken olay otomatiğe bağlanmıştı.
Ben yine de çok mutluyum... Ve önce TGC’ne, sonra Milli Takım Teknik Direktörü Sayın Şenol Güneş’e teşekkür borçluyum. TGC’ne teveccühü, Sayın Güneş’e arada sırada yaptığı ilginç çıkışlarla beni motive edip ödül kazandıracak yazılar yazmamı sağladığı için teşekkürler.
Futbol terörü ile baş edemeyen başkanlar, hatta bu teröre bulaşmış yöneticiler, yarattıkları canavar tarafından dişlenince devleti göreve çağırarak pozisyonlarını koruyamazlar. Futbolcusu, teknik direktörü, menajeri ve tüm profesyonelleriyle beceremeyenin gitmek zorunda olduğu futbol dünyasında, yönetim kurulları parlamento dışı kalan partilerin başkanları gibi hem didişip hem direnirse yeni bir seçimle tümden emekli olurlar.
Şayet "biz ayrılamayız" diyorlarsa, kansız derbiler için radikal öneriler:
Kamuoyu "bu gidişin sonu kötü" fikrinde "konsensus" oluşturduğuna ve devletin devreye girmesini istediğine göre, kulüp yönetimlerinde "balans ayarı" yapılmalı ve mevcut başkanlar bir rütbe indirilip başkan yardımcısı olmalı, koltuklarına merkez valileri oturtulmalıdır.
Ordu komutanları demiyorum... O şık, ölüm kalım durumunda başvurulacak çare olarak özenle saklanmalıdır.
Düşünsenize İstanbul İl Jandarma Komutanı, Fenerbahçe Başkanı olsa, Şükrü Saracoğlu’nda oynanacak bir derbide hangi çılgın sahaya şişe atacakmış; şaşarım!.. Mesela Galatasaray Başkanı Alay Komutanı. Küfürü boş verin Ali Sami Yen’de "Onuncu Yıl Marşı"ndan başka tezahürat duyan olabilir mi acaba?
Bundan sonraki derbilere yöneticiler de gitmesin; gazeteciler de... Hatta konuk takım bile gitmesin. Derbi gıyaben oynansın. Ya da aynı anda iki stadda birden. Mesela bir hafta Fenerbahçe ve Galatasaray’la oynayan takımlar, ertesi hafta değişsin bu ikişer maçın sonucuna göre Galatasaray ve Fenerbahçe’den hangisinin yendiğine karar verilsin.
Derbilere illa ki rakip taraftarlar da gelmeli deniyorsa, bir dahaki sefere seyirciler polislere zimmetlensin. Madem maçlarda 4 bin civarı polis var; her polis 4-5 taraftarın yanına otursun, nüfus kağıtlarını alsın, taşkınlık yapanı sustursun, kaçanı hüviyetinden bulsun. El kol işareti yapana kelepçe taksın, küfür edenin ağzını bantlasın, uslanmayanı tribünde falakaya yatırsın. En sonunda filistin askısı kullansın. Uçtuk yine... Bunlar ortadan kalktı; zaten hiç olmamışlardı.
Selçuk Dereli, Galatasaray - Fenerbahçe derbisinin 30. saniyesinde sarı kart göstererek, Fenerbahçe’nin elini kolunu bağlamış"...
Peki, ertesi gün maçın bitmesine 30 saniye kala Beşiktaş, Trabzon’a gol attı... Demek ki maçın 90 dakikasının tümü aynı değerde, her saniye faul de olabilir gol de.
Bu arada pankartla tahrik olunacağını iddia eden fetişistlere de acil şifalar.