Tophane’de öğle saatleri. Şeritler arası cambazlık yapan sürücülerin yarattığı trafik. Korna sesleri. Kaldırımlarda yemek arasına çıkan çalışanlar, bir yerden bir yere giden yayalar. Uğultulu bir gürültü. Yorgun şehir günü yarılamış ama pek tadı yok. Haziranda sonbaharı yaşamaktan biraz daha bitkin düşmüş. Hava açıyor demeden kapanıveriyor. Bir gridir gidiyor. Derken İstanbul Modern’den içeri giriyorum. İklim birdenbire değişip Akdeniz oluyor. Gülümsüyorum. 5 Mayıs’ta Renzo Piano mimarisiyle kapılarını yeniden açan, son bir aydır herkesin dilindeki Türkiye’nin ilk modern ve çağdaş sanat müzesi İstanbul Modern şehir içinde bir başka şehir gibi. Cittaslow! Aydınlık, ferah feza, dingin, huzurlu. Sokaklarında gezinenler de öyle. Dışarıdaki karmaşadan eser yok burada. Sanatla iç içe olmanın verdiği bir mutluluk hâkim 10 bin 500 metrekareyi adımlayan herkese.
Merdivenlerin başında durup Olafur Eliasson’un küre tavan yerleştirmesi “Senin Beklenmedik Seyahatin”e bakıyorum. Hadi başlasın o
Kontes Livia, İtalya’nın kuzeyindeki Trento’da yaşayan, sosyetenin önde gelen kadınlarından biri. 1865 yılında 22 yaşındayken 62 yaşındaki koca göbekli, seyrelmiş saçlı, zayıfları ezip güçlülerden korkan bir kontla evlenir. Bu evliliğin amacı mücevherler, kadife elbiseler, şaşaa dolu bir hayata geçiş yapmaktır. Hayal ettiği gibi de olur. Gittiği her yerde bütün gözler onun üzerindedir. Kendisi de zaten bu ilgiye bağımlıdır. Aslında bir femme fatale’dir Livia. Erkekleri baştan çıkaran, felakete sürükleyen ölümcül kadın! Her gittiği yeri şen kahkahalarıyla doldurur, etrafındaki erkeklerle şakalaşır, onu etkilemek isteyenleri aşağılar ama bu ilgi sönmesin diye fazla ulaşılmaz bir kadın izlenimi vermemeye de dikkat eder.
Bir gün bir davette, kendisinden iki yaş büyük olan teğmen Remigio Ruz ile tanışır. Adonis kadar yakışıklı, pembe beyaz tenli, sarı kıvırcık saçlı, iri mavi gözleri ve kaslı kolları olan, Roma’nın gladyatör heykellerini anımsatan bu teğmene âşık olur. Yaşlı kocasıyla sürdürdüğü mutsuz
Kitap fuarları… Dünyanın dört bir yanında gelen yayıncıların birbirleriyle buluştuğu. Kültür alışverişinin kitaplar üzerinden yapıldığı büyük organizasyonlar. Onlarca farklı dilde yayımlanmış kitapların bir aradalığının verdiği heyecan. Renkli etkinlikler, söyleşiler, ödül törenleri, konferanslarla zenginleşen entelektüel mutluluk. Frankfurt başta olmak üzere, dünyanın farklı yerlerinde birçok kitap fuarı izledim meslek hayatım boyunca. Bu hafta ilk kez, 32 yıldır düzenlenen Abu Dabi Kitap Fuarı’na katıldım.
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Devlet Başkanı Şeyh Mohamed bin Zayed Al Nahyan’ın ev sahipliğinde, Abu Dabi Arapça Dil Merkezi tarafından gerçekleştirilen fuar 21 Mayıs’ta başladı, bugün sona eriyor.
Fuarın bulunduğu Abu Dabi Ulusal Fuar Merkezi’ne girişte Zahit Büyükişleyen’in retrospektif sergisi “Against the Windmills” karşıladı bizi. Kız Kulesi resimleri ve Don Kişot serilerinin önünden geçip salonlara girdik. Dışarıdaki nefes aldırmayan çöl sıcağına inat, klimayla soğutulmuş ferahfeza
Genç yaşlarda okuduğum, hayatımı şekillendiren kitaplardan biri de Jack London’ın “Martin Eden”idir. Kendisi beni “Hayatta her neyi başarmak istiyorsan bunu bilgi ve emekle gerçekleştirebilirsin” öğretisiyle tanıştıran ilk romandır. Genç denizci Martin Eden’in ‘yazarlık’ hayali, aynı hayali kurduğum yıllarda karşıma çıkmış, hiç beklemediğim bir motivasyon sağlamıştı bana. Nitekim benim yazarlığımın anahtarları da bilgi ve emektir. O yaşlarda kitabı bu yönden okumuş, büyük heyecan duymuştum. Alt metinlerini fark etmem yıllar sonra Nietzche ve Jack London okumaları, incelemeleri sonunda ortaya çıktı. Ki onlar da çok değerlidir.
Günde 17 saat gemilerde, zor şartlarda çalışan eğitimsiz ve yoksul bir gençtir Martin. Bir gün dövülmekten kurtardığı bir gencin zengin ailesinin üniversite öğrencisi kızı Ruth ile tanışır ve hayatı değişir. Ruth’un güzelliği bir yana, eğitimli ve kültürlü oluşundan çok etkilenir. Onun yönlendirmesiyle kitap okumaya başlar. Okudukça genişleyen
'Kelebek ömürlü’ süreli yayınlar içinde bir tanesi geçtiğimiz yıl 50 yaşına girdi: Türkiye’nin sanat gazeteciliğindeki öncü ismi Milliyet Sanat dergisi. 24 yıl önce kapısından girdiğim, muhabirlikten genel yayın yönetmenliğine her kadrosunda çalıştığım. Ömrümün yarısına yakını bu kurumda geçti. Ekip arkadaşlarımla birlikte hazırladığımız dergiler hem Türkiye’de sanatın hem de kendi hayatlarımızın tanığı oldu. Tuğrul Eryılmaz’ın devrim niteliğindeki Tarkan kapağını hatırladığımda peşi sıra o dönemde neler yaşadığım tek tek gözümün önünden geçer. 2014’te derginin baskı günü Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde “Kış Uykusu” ile Altın Palmiye’yi kazanması üzerine derginin kapağını ve kapak yazısını baskıya saatler kala değiştirirken yaşadığım heyecan bugün gibi aklımda. Daha neler neler… Bundan bir buçuk yıl önce Milliyet Sanat’ın 50. yıl kutlamaları kapsamında hazırlanan “Türkiye’nin Sanat Hafızası – Milliyet Sanat
“İşin doğrusu, Euridice çok zekiydi. Elinin altına bir labaratuvar verin, size aşı bulurdu. Boş sayfalar verin, klasikler yazardı. Ama onun yerine kendisine kirli çamaşırlar veriliyordu.” Ne kadar tanıdık bir tanımlama değil mi? Varoluşunu gerçekleştirmesine izin verilmemiş, kendisi gibi olması engellenmiş kadını dört cümleyle izah eden bir alıntı. Kafka Yayınları’ndan çıkan Martha Batalha’nın yazdığı, çevirisini Seda Çıngay Mellor’un yaptığı “Bir Kadının Görünmez Yaşamı” adlı kitaptan bu alıntı. Bu mini paragraftan Brezilyalı Euridice’i çıkarıp yerine Ayşe, Fatma, Zuhal yazsak hiç yadırgamayız değil mi? Türkiye’deki kadının varlık sorununu da pür bir şekilde özetlemiyor mu bu birkaç cümle?
Doğduğu günden itibaren ileride bir yuva kurmak, kutsal annelik payesini almak, evini çekip çevirmek, eşine hayatı kolaylaştırmak üzere yetiştirilen ‘görünmez’liğe yazgılı kadınlar, dünyanın farklı coğrafyalarında kendilerine bir ‘ad’ aramaya devam ediyor. Euridice onlardan
Mattheys Köşkü küçük bir cennet replikası. Bahçesindeki ağaçlar, kuşlardan oluşan orkestranın seslendirdiği bitmeyen bir senfoniyle salınıyor. Kirlenen renkler içinde birinciliği beyaz kaparken tertemiz kalan yeşilin tüm tonlarıyla hükümranlık sürdüğü İzmir bahçelerinden biri. O kadar huzurlu ki.
Bu köşk güzel havasıyla, benzersiz doğasıyla sayfiye yeri olarak kullanılan Bornova’da 1780 yılında John Maltass tarafından yazlık olarak inşa edilmiş. 1840’ta kızı Eugenie Wood’a miras kalmış. Daha sonra da Eugenie Wood’un kızı Hortense Wood’a. Hortense, kadın hakları savunucusu, şair, yazar, ressam. Aynı zamanda bir Atatürk hayranı. Nitekim 1922’de Atatürk’ü köşkte ağırlamış. Halide Edib ve İsmet İnönü de onunla birlikte gelmişler. Köşkün duvarları imparatorluğun kaderini belirleyecek konuşmaların tanıklığını yapmış çok defalar.
240 yıllık tarihi olan bu köşk, yüz yıllar içinde eskidi, yıprandı. Anılarıyla birlikte onu restore edecek yeni ressamını bekleyip durdu. Sonunda, vaktiyle
Bugün gibi aklımda. 10-11 yaşlarındayım. Odamdayım. Elimde Milliyet Yayınları’nın mavi ciltli çocuk serisinden çıkan, Ferenc Molnar’ın “Pal Sokağı Çocukları”. Soluk soluğa okuyorum. Ama aklım içeride, salonda yatan hasta babaannemde. Her 10-15 sayfada bir yanına gidiyorum, nefesini dinliyorum. Duyamazsam burnunu çekiyor ya da ayaklarını gıdıklıyorum. “Hayatta mı?” testi bu. Uykudan uyandırıldığı için kızan babaannemden azar işitiyorum her defasında. Canından beziyor 80’lerindeki yaşlı kadın. Üzülüyorum ama yapacak bir şey yok. 10-15 sayfa sonra kitabı bırakıp yine yanına koşuyorum testi yenilemek için. Bunun sebebi, bir ay kadar önce, babaannemi muayeneye gelen Dr. Muzaffer Amca’nın annemle babama “En fazla altı ay yaşar” dediğini duymam, kapı aralığından. Mide kanseri. Molnar’ın “Kafasındaki sorun, yaşamak ve ölmek sorunuydu. Bu büyük sorunu çözümleyecek yolu bulamıyordu” dediği Boka’yla aynı durumdayım. Yolu bulamıyorum.
Dünya çocuk klasikleri içinde “Pal