Bundan tam on ay önce bir doktor, bir hastanın hayatına değdi. Sihirli parmaklarıyla. Hekim hatası sonucu dikkate alınmamış ve giderek büyümüş hidrosefali (beyin omurilik sıvısının beyinde birikmesi, kafa içi basıncı artırması) nedeniyle, son üç yıldır bedenen yanımızda, ruhen uzaklarda olan babamın. Konuşamıyor, donuk gözlerle bakıyor, dengesini sağlayamıyordu. Haziran 2022’de geçirdiği hidrosefali ameliyatı sonrası ‘eve geri döndü’ babam. Ama nasıl özlemişiz. Sesini, o güzelim gülüşünü, esprilerini, bize soru sormasını, ağaçların budanması gerektiğini söylemesini, anneme duyduğu gecikmiş aşkı göstermesini, yemek seçmesini, yardımla da olsa yürümesini… Metafor değil, gerçekten babam üç yıl aradan sonra eve döndü. Çünkü bir doktor onun hayatına değdi: Prof. Dr. Talat Kırış.
Aynı doktor, beyaz önlüğünü çıkarıp, unvanlarını ve dünya çapındaki başarılarını bir kenara koyarak, bu defa kalemiyle değiyor hayatlarımıza. Doğan Kitap’tan yayımlanan
Orantısız bir yüz. Boyu 1.87. Çıkık bir üst çeneden fırlamış dişler. Alt çene desen hiç yok. Ağzını açtığında göze ilk çarpan geniş yer kaplayan pembe diş etleri. Büyük bir sırt, içe çökük göğüs kafesi. Aşırı bir zayıflık. Adı ise mahallenin taktığı şekliyle Kuru Kız. Ayfer Tunç’un Can Yayınları’ndan çıkan son romanıyla aynı adı taşıyan. Edebiyatın kadın karakterler galerisine benzersizliğiyle damga vuracak bir kadın.
Daha ilk sayfalarda, Anadolu’nun küçük bir şehrinden kalkıp gittiği ‘dünyanın sonundaki şehir’ olarak bilinen Ushuaia’dan sesleniyor bize. Ushuaia, Arjantin’in Tierra Del Fiego-Ateş Toprakları eyaletinin başkenti. İyi de kim bu kız, orada ne işi var?
Yoksul bir mahallede babası ve erkek kardeşiyle yaşıyor. Annesini küçük yaşta kaybettikten sonra evin bütün sorumluluğunu o üstlenmiş. Okulu lise yıllarında bırakmış. Elektrikçi olan babası bir kaza sonrası tekerlekli sandalyeye mahkûm oluyor. Annenin ölümünden sonra
Orhan Veli, belediye çukuruna düşüp beyin kanaması geçirdikten üç gün sonra 36 yaşında hayata veda ettiğinde, ardında gözü yaşlı pek çok kalem erbabı bırakır. Her biri bir şeyler yazar hakkında. Bir kişi vardır ki eli kaleme gitmez. Çocukluk arkadaşını kaybeden Garip akımının nevi şahsına münhasır ismi Halim Şefik Güzelson. Beş-altı ay sürer bu durum. Derken altıncı ayda hâlâ bir şey yazamamanın utancıyla akşam dokuzda şiir yazmak için oturur masaya. Sabahın dört buçuğuna dek uğraşır kelimelerle. Sonunda olur. Heyecanla eşini uyandırıp okur “Otopsi” adlı Orhan Veli’ye ağıdını. Eşi “Çok kötü” deyip uyur. Güzelson dışarı çıkıp deniz kenarındaki kahvelerden birinde oturup şiirinin güzel olduğuna inanarak demli bir çay içer. Gerçekten de güzeldir şiir:
“Morgda açılınca kafatası
Doktor beyler beyin gördüler
İndirince tenkafesine neşteri
Doktor beyler yürek gördüler
Yürekte ne gördüler dersiniz
Yürekte memleket gördüler
D&uum
Yuva kurmak neden ‘evlenmek’ anlamına gelir acaba? Yuva, kurulabilir bir kavram ve bunun için evlilik bağına gerek var mı gerçekten? İçine girdiğimiz herhangi bir ev, dört duvardır. Onu biz yuva yaparız. Peki yuva nasıl yapılır? Bunu anlatan şahane bir kitap okudum bu hafta: 1970 doğumlu Alman yazar Judith Hermann’ın Sia Kitap’tan çıkan romanı “Yuva”.
Kitabın kahramanı 47 yaşında bir kadın. Adını roman boyunca öğrenemiyoruz. 17 yaşından başlıyor hikâyesini anlatmaya. Bir sigara fabrikasında çalıştığı günler. Rutin mesaisini tamamlayıp evine döndüğünde balkonuna çıkıp etrafı seyretmeyi seviyor. Akşam belli bir saatte karşısındaki benzinciye gidip dondurma almak gibi bir alışkanlığı var. O saatlerden birinde benzincide bir sihirbazla tanışıyor. Sihirbaz ondan ‘kutunun içinde testereyle kesilen kız’ numarasında ona eşlik etmesini istiyor. Eğer kabul ederse, sihirbaz, karısı ve o birlikte gemiyle Singapur’a gidecekler. Birlikte gösteriler yapacaklar. Mevcut işinden daha renkli… Kararını vermiş, eşyalarını toplamışken son anda
Memet Fuat “Füruzan Türk edebiyatında bir olaydır” demişti vaktiyle. Ece Ayhan ise onun öyküye saygınlık kazandırdığını söylemişti. Bu iki tespit hâlâ geçerli. Füruzan, açıklaması zor, okuru hayrete düşüren, hayranlık içinde bırakan, Türkçenin ve Türk edebiyatının başına gelmiş en önemli olaylardan biri. Kalemi de öykü türüne saygınlık kazandırmaya devam ediyor. 24 yıl aradan sonra Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitabı “Akim Sevgilim” bu gerçeklerin altını bir kez daha çizdi.
“Akim Sevgilim”, “Sesi Olmayan Türkü” ve “Varoşlarda” adlı üç öyküden oluşan kitap her şeyden önce görkemli bir Türkçe içeriyor. Öykülerde akan dilin güzelliğine kaptırınca kendinizi, anlatıyı kaçırabiliyorsunuz. Çünkü çağlıyor dili, benzersiz tatlarla ilerliyor, hızını hiç kesmiyor, sık sık kreşendo yapıp okuru nefessiz bırakıyor heyecandan. Kelimelerle yapılmış besteler Füruzan’ın
Sosyal medyada duyarlılığı göstermek adına sürekli acıların yansıtılmasını doğru bulmadığını söyleyen Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu, “Acı çeken biri 3 dakika uğraşıp ‘post’lar hazırlayarak paylaşmaz” diyor
Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu ile yaptığımız söyleşinin ikinci bölümünde çocukları konuştuk. Onlara psikolojik yardımın nasıl yapılacağını, yakınlarının ölüm haberinin nasıl verileceğini. Depremin ilk gününden itibaren, deprem haberlerini izledikçe suçluluk duyan insanların psikolojisini anlatan Hasanoğlu, sosyal medyada yapılan paylaşımlara dikkat çekerek, dakikalarca uğraşılıp hazırlanan altına hüzünlü müzikler konulan “acı” videolarını doğru bulmadığını söyledi.
En önemli konu çocuklar. Onlara bu süreci nasıl izah edebiliriz? Nasıl yardım ederiz?
Çocukların oyun, resim gibi olanaklarla kafalarını dağıtmalıyız. Duygularını dışa vurarak ifade etmelerini sağlamak gerekir. 6 yaşındaki bir çocuğa, “Eviniz yıkıldı, sen ne hissettin?” gibi sorular sormak yerine onlarla oyun oynayarak, resim
Depremzedelerin şu anda hayatta kalmaya çalıştığını ve bu insanların çaresizlik, öfke ve mutsuzluk hissettiğine dikkat çeken Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu, “Şu an için psikolojik desteğe değil, alanda gözle görülür bir şeyler yapılmasına ihtiyaç var. Temel ihtiyaçlar giderilmeden mental sağlık düşünülemez” dedi.
Depremin ardından iki hafta geçti. Devletin, STK’ların, vatandaşların yardımlarıyla yaralar sarılmaya devam ediyor. Peki ya görünmeyen yaralar? Depremzedelerin psikolojik açıdan aldığı darbeler? Bu konuda çalışmalar başladı. Yetkili kurumlar, çeşitli kuruluşlar bölgeye psikiyatrik yardım konusunda hazırlıklarını tamamlamak üzere. Binlerce psikolog ve psikiyatr görev için hazır bekliyor. Psikolojik yardım için doğru zamanlama nedir? Bireysel olarak bizim yapabileceğimiz şeyler var mı? Depremzedenin kaygı ve stres bozuklukları için neler yapılmalı? Tüm bu soruları Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu ile konuştuk.
Depremzedelere psikolojik yardım konusunda doğru zamanlama nedir?
Bu durumda psikolojik
İsmiyle müsemma harika bir kadın, Hikmet Hükümenoğlu’nun “Harika Bir Hayat” adlı kitabından çıkıp Türk edebiyatının ‘unutulmayacak’ kadın karakterleri arasında yerini aldı geçtiğimiz ay. Can Yayınları etiketli kitap, Harika’nın biyografisi esasen. “Hayalî bir tarihî karakterin biyografisi nasıl yazılır?” sorusunun şahane bir örneği. Arka plana 1919-1950 arası tarihî perspektifi alan. Güvenli bağlanmanın gerçekleşmediği trajik bir anne-kız hikâyesi. Harika vasıflarına rağmen, anne eliyle oluşturulmuş suçluk ve değersizlik duyguları sonucunda “Harika bir hayatı olabilirdi” hayıflanması yaşatan muhteşem bir kadın hikâyesi aynı zamanda. Harika hayatın ne olduğunu da sorgulatan.
23 Mayıs 1919 doğumlu Harika. Babası dönemin muhalif gazetecilerinden Veysel Bey, annesi kötü roman denemeleri ve verdiği davetler dışında bir varlık gösterememiş, iç aşağılanmalarını çığırtkan bir narsisizmayla örten Melek Hanım. Harika, abisi İrfan’dan sonra dünyaya gelen, ailenin ikinci çocuğu. İşgal