30 Nisan 1949’da Kadıköy’de Bahariye Caddesi’ndeki Geren Apartmanı’nın giriş katında, 21.05’te dünyaya gelir Selim İleri. Doğmak için bahar mevsimini seçmesi tesadüf değil. Baharın Selim İleri’yle bir ilgisi olmalı. Beş yaşındayken annesi onu öğle uykusuna yatırmadan önce her gün bir masal okur. Masalı dinler, bitince uyuyormuş gibi yapıp, o masalı önceki masallarla birleştirip kendi kendine masal anlatmaya devam eder. 1960 yılında Radyo Tiyatrosu’nda Tennessee Williams’ın “Sırça Köşkü”nü dinlediğinde kesinkes karar verir yazar olmaya, insanların acılarını yazmaya. 18 yaşında Yeni Ufuklar dergisinde “Savaş Çiçekleri” öyküsü yayımlanır. O artık yazar Selim İleri’dir.
Geçtiğimiz temmuz ayında yazar Selim İleri, edebiyatta 57 yılı geride bıraktı. Yazarlığının 40. yılında Prof. Dr. Handan İnci “Şimdi Seni Konuşuyorduk” isimli bir kitap hazırlamıştı. Onu tanımış 40 yazarın izlenimleri yer alıyordu bu kitapta. Yeniden okudum kitabı. Sunuş yazısında “Selim İleri için
Zor zamanlardan geçiyoruz. Bir süredir ülkenin içine kurulmuş bir korku tünelinde, raylı sistemde sürekli tekleyip korkuya daha fazla maruz bırakan bir arabada devasa bir karanlık içinde ilerliyoruz. Ama gel gör ki, lunaparkta bu tünele girmeme konusundaki özgür irademiz hayatın içinde yok. Bir sabah uyanıyoruz, sekiz yaşındaki bir kız çocuğunu iple boğup dere kenarına atmışlar. Bir başka sabah iki yaşındaki bir bebek, cinsel istismar sonucu ölüyor. Kadınlar vahşice katlediliyor, kafaları kesilip surlardan atılıyor. Tünelin sonu yok, bitmiyor. İçinden çıkabileceğimiz radikal çözümler üretilemiyor. Kiminle konuşsam endişe içinde, özellikle kadınlar. Ben de bu ruh hâlinden muaf değilim, korkuyorum.
Ama işte hayata ‘bana bir süre müsaade, biraz uzaklaşıp geleyim’ denmiyor. Kendi kişisel mücadelemizi verirken, tünel yıkılsın diye bu mücadeleye topyekün devam edebilmek için nefes almak zorundayız. Dengemizi korumak. Benim uzun yıllardır bildiğim tek yol sanata sığınmak. İyi bir kitap,
Ingmar Bergman… İsveç’ten çıkıp tüm dünyayı etkisi altına alan, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük auteur’ü benim için. Kamerayı kalem gibi kullanan, büyük bir edebiyatçı aynı zamanda. Hangi filmini izlesem, diyalogların altını çizme isteği duyarım. Çok uzun yıllar önce DVD’de izlediğim “Bir Evlilikten Sahneler”in kimi diyaloglarını yazdığım bir defterim vardı. Filmi başa sara sara… Taşınma sırasında kaybettiğim. Bu yüzden filmin senaryosundan oluşan aynı adlı kitabın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktığını öğrenince, havalara uçtum desem yeridir.
Bu yıl “Bir Evlilikten Sahneler”in sinemada gösteriminin 50. yılı. Bergman’ın “Üç ayda yazdım, dört ayda çektim. Ama gerisinde bir ömür vardı” dediği… Yaptığı evliliklerden otobiyografik öğeler taşıyan. Başlangıçta tv dizisi olarak çektiği “Bir Evlilikten Sahneler”in 1972 yılında haberini verirken “Bir burjuva ideali olan güvence arayışının insanların
Küçükken babanızın ölmesini istediğiniz oldu mu hiç?
Bilge’nin oldu. Evden gittiğinde babası, dönmemesi için dua etti. Bir kaza, bir kalp krizi gelsin onu götürsün istedi. Yaşı biraz büyüyünce birine âşık olsun, tası tarağı toplayıp gitsin diye etti dualarını. Daha da büyüyüp keşke sahibi olunca, babası kaptan olup uzun yolculuklara çıkmadığı, her ülkeden ailesine kartpostal göndermediği, dönüşlerinde onları hediyelere boğmadığı için hayıflandı.
Gel zaman git zaman, develer tellal, pireler berber oldu ve Bilge ölüme yatan babasının beşiğini sallamak üzere İstanbul’dan kalkıp 725.1 km uzaklıkta bir sahil kasabasındaki evine döndü.
İşte tam bu noktada başlıyor Fatma Nur Kaptanoğlu’nun Can Yayınları’ndan çıkan “Babam, Ev ve Yumurta Kabukları” adlı romanı. Kitabın kahramanı Bilge, yurt dışına gitmek zorunda kalan ablası Cansu’dan babasının birkaç haftalık ömrü kaldığını, ona göz kulak olması gerektiğini öğreniyor. Bilinci kapalı şekilde, makineye bağlı yaşayan ve
Ev, onu otel gibi kullanmayanlar için dört duvardan fazlası. Kendine ait bir hafızası var. O hafızada saklı nice yaşanmışlık. Hele içinde uzun süredir yaşıyorsanız. Kelimeler yetmediğinde ‘şu duvarların dili olsa da konuşsa’ keşkesinin altında doğumlar, ölümler, kutlamalar, heyecanlar, unutulmayan anılar, telaşlar, art arda devrilen yıllar… İçindeki kimi bölümlerde, çekmece ve sandıklarda saklanan objeler, evraklar, fotoğraflar, kartpostallar. Bir başka deyişle ev kendimize ait küçük bir müze. Bütün bunları başka bir yere taşımak mümkün ama ya evin ruhu, o taşınabilir mi? Yıpranan kent dokuları arasında yer alan apartmanları estetize etmek, bu vesileyle kente yeni bir kimlik kazandırmak, deprem riski düşünülerek güçlendirmek için yapılan kentsel dönüşüm nedeniyle yıkılıp yeniden inşa edilen yapıdaki yeni bir eve taşınabilir mi mesela? Netameli bir konu değil mi?
Peki Faruk ne yapsın? Yaşı gelmiş 90’a. Yaşadığı apartmanın sakinleri karar vermiş. Evi kentsel dönüşüme girecek. Yaşı 90 diyorum ama
Ferzende Kaya “Başım Belada” isimli Ahmet Kaya biyografisinde şöyle diyor: “Bu çalışmayı yaptığım süre zarfında şunu gördüm ki; bu ülkede herkesin bir Ahmet Kaya’sı vardı... Ahmet Kaya’lar, solcuydu, sağcıydı, Müslüman’dı, demokrattı, Kürt’tü, Türk’tü, muhalifti, müzisyendi, babaydı, kardeşti...”
Bu kadar birbirinden farklı topluluğu bir araya getiren Ahmet Kaya’nın şarkılarında aynı insani duyguları paylaşmaları. Duygudaşlık bir başka deyişle. Kaya’nın şarkılarını bu duygusal ortaklık nedeniyle hep bir ağızdan söyleyebiliyorlar. Hepsinin hayatında Ahmet Kaya şarkılarındaki temalar var. Hayat mücadelesi, haksızlıklara isyan, demokrasi, yalnızlık, derdini söyleyememek, yoksulluk, direnmek, anneye sığınmak, aşk, hasret, zulüm, özgürlük, ayrılık, terk etmek, umut etmek… Bir diğer önemli nokta ise “Bir Politik Anlatı Olarak Ahmet Kaya Şarkıları- Açık Yaranın Sesi” adlı kitabında İlkay Kara’nın vurguladığı gibi ‘aynı şarkıyı kimi bir ilk gençlik aşkının ardından
Geçtiğimiz yıl Cumhuriyet’in 100. yaşına armağan olarak açılan Türkiye İş Bankası Resim - Heykel Müzesi’ndeyim. Çok değerli bir ekiple birlikte “Resimlerin İstanbul’u” sergisini gezeceğim. Müzenin kurucu küratörü sanat tarihçi ve yazar Prof. Dr. Gül İrepoğlu’nun rehberliğinde. Sergi bu ayın sonunda bitiyor. Bir türlü denk düşürüp de göremedim, bu son şansım.
İçeri giriyorum. Sağda küçük ve zarif bir kafe, solda müze dükkânı. Önce müzeyi gezdiriyor Gül Hoca. Gezdirmek fiili yanlış. Tam üç saat süren, vaktin nasıl geçtiğini anlamadığım tarifsiz güzellikte bir sanat tarihi dersi bu. Hoca çok donanımlı, işine âşık, ciddiyetine mizahtan kırpma yıldız tozları serpilmiş usta bir hikâye anlatıcısı. Serde yazarlık var tabii...
Müze beş katlı. Türkiye’nin en geniş koleksiyonlarından biri kabul edilen Türkiye İş Bankası Sanat Eserleri Koleksiyonu’ndan oluşan kalıcı serginin ardından, iki kata yayılan “Resimlerin
Marmara Denizi’nin güneybatısındaki Kapıdağ Yarımadası ile Şarköy arasında sığ bir denizde, sakinlik ve bilgelikle ilişkilendirilen mavi bir inci gibi yükseliyor Marmara Adası. Yüksek kalitesiyle çok değerli kabul edilen beyaz mermerin çıktığı yer burası. Ayasofya’nın, Dolmabahçe ve Çırağan saraylarının yapımında buradan getirilen mermerler kullanılmış. Britanya Müzesi’ndeki Herkül Lahiti, yine buradan taşınan mermerlerle vücut bulmuş. Artemis Tapınağı’nın sütunları, Aya İrini’deki sütun başlıkları da öyle. Bu nedenle halk arasında Mermer Adası olarak da biliniyor.
Antik Çağ’dan bugüne türlü çeşit topluluğa ev sahipliği yapmış Marmara Adası. Miletoslular, Bizanslı keşişler, Türkler, Rumlar, Karadenizliler… 1940’lardan 1970’lere kadar Marmara Adası dönemin edebiyatçılarının, sanatçılarının yazlık yerleşkesi olmuş. Daha Bodrum’un keşfedilmediği yıllar. Yaşar Kemal, Oğuz Aral, Edip Cansever, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat, Tomris Uyar, Oya Baydar, Aydın Engin, Altan Erbulak yazlık olarak Marmara