Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu

yuzlesme@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Uzaklarda kalmış Yeşilçam filmleri gibi bir samimiyetti o mahalle.
Oğlu Mehmet’in gidişine yüreği dayanmayan Fadime Ayvalıtaş’ın ölümünden sonra, şimdi, boşaltılmış bir köy hüznünde.
Birilerinin ölesiye korktuğu 1 Mayıs Mahallesi’nde, çocuklar herkesin çocuğu, ekmekler herkesin ekmeğiydi.
Camların çatlağının bile onarılamadığı, kömürün ve odunun bulunabildiğinde yakıldığı, otobüslerin seyrek uğradığı o mahallede aile oldu Ayvalıtaş ailesi.
Sivas Gürün’de 1989’da evlendi Ali ve Fadime Ayvalıtaş. Yakın köylüydüler. 1 yıl sonra İstanbul, 1 Mayıs Mahallesi’nde bir akrabalarının iki göz gecekondusuna yerleştiler.

Cemile giderken
Umut, hala en güzel hikayeydi insanlar için.
Pazarcılığa başladı Ali Ayvalıtaş, bütün yaşamı boyunca yapacağı işe.
Ve dünyaya geldi küçük Cemile.
Bir gecekondu, tüten bir baca, Ali ile Fadime ve bir bebek.
5 aylıktı hastalandığında ve yaşama merhaba bile diyemeyen gözleri bütünüyle kapandığında.
Kadıköy Numune Hastanesi’nde o karanlık gün, 17 bebek daha öldü gözleri “çok mavi” Cemile’yle.
Ve elbette bebeklerin ölümleriyle genel müdürlerin, bakanların değişeceği bir ülke değildi Türkiye.

Neşeli günler

Fadime ana ve oğlu Mehmet
Fadime Ayvalıtaş yeniden anne olmak istedi.
Önce Muharrem geldi dünyaya, sonra Gül.
Ve sonra sadece 20 yıl kalacağı dünyaya geldi Mehmet.
Ali Ayvalıtaş, pazara daha neşeli çıkıyor, Fadime Ayvalıtaş, daha bir umutlu yapıyordu yemeklerini.
Kendi gecekondularını aldılar. Camı çatlak, duvarı kireç, yığma, küçük ama Ayvalıtaş ailesinin evi.
Konuşmak bir yana, daha anlamlı bir ses çıkartamazken yürümeye başladı Mehmet.
Annesinin küçük oğlu, mahallenin küçük bebeği.
Öyle çırılçıplak balkonlara kaçar, merdivenlerden koşar, mahallenin dedelerinin kucağına atardı kendini.
Peşinde gencecik, yorgun, güzel ve yeniden umutlu annesi, Ali Ayvalıtaş, dünyanın en zengini.

Annesinin sırdaşı
Yıllar geçti, Muharrem, Gül ve Mehmet okulları bitirdi.
Muharrem ve Gül, üniversiteye girdi.
Ali Ayvalıtaş, uzak tutmuştu çocuklarını pazardan. “Okuyun” diyordu sadece, “Ben bakarım”.
Mehmet dinlemedi kalbinden rahatsızlanan babasını, tezgahın ardına geçiyor, para kazanıp destek olmak istiyordu.
Okuyan ağabeyi ve ablasının rahat etmesini, annesinin daha az yorulmasını.
Fazlasını beklemiyordu “öteki” mahallenin çocukları.
Mehmet’in annesi, en büyük sırdaşıydı, anlatırdı yorgunluklarını, aşklarını.
Liseden ayrıldı. Pazarlarda çalıştı.
“Gezi” başlamadan önce babasına askere gideceğini söyledi.
Hemen öncesinde başka bir işe girdi. Bir lokantada çalışıyor, para biriktirip askerde ailesine yük olmamayı tasarlıyordu.
“AVM’ler yapıldığından beri pazara gelen yok ki” diyordu babasına, “Ben bari başka bir işten para kazanayım.”

Son öpücük
Gezi başladığında, bütün mahalleler, bütün caddeler, bütün İstanbul ayaktaydı.
Ağabeyi daha çok Taksim’e gidiyordu ama Mehmet mahalleden ayrılmıyordu fazla.
İşten çıkıp eve geldi o akşam.
Fadime Ayvalıtaş, dolmayı pişirmişti ama oğlu dışarı çıkmasın diye “pişmedi” dedi. Sonradan içine oturacak o pembe yalandan dolayı o akşam oğluna iki yumurta kırıverdi.
“Arkadaşlara söz verdim, yanlarına gideceğim, bari yumurta yiyeyim” demişti Mehmet. Yumurtasını yedi, son kez öpüp annesi Fadime’yi, gitti.
Bir daha gelmedi.
O akşam, yani Mehmet’in üzerinden kalabalığın üzerine süren ve olaydan 6 saat sonra alkol muayenesine giren şoförün kullandığı cipin geçtiği akşam bir karanlık çöktü 1 Mayıs Mahallesi’nin üzerine.
Haber geldiğinde Ali ile Fadime Ayvalıtaş, olayları izliyorlardı evde.
Ali Ayvalıtaş, önce Muharrem’i, sonra Mehmet’i aramış yanıt alamamıştı. Muharrem açmamıştı telefonunu ama Mehmet meşgule almıştı. Her zaman eve yakın olduğunda böyle yapardı.
20 dakika sonra Ali Ayvalıtaş’ın kız kardeşi çaldı kapıyı. Mehmet’in haberi gelmemişti henüz ama yanında bulunan kuzeni Seyit’in yaralandığı ve hastaneye kaldırıldığı söylenmişti aileye.
Hemen hastaneye koştuklarında öğrendiler, Mehmet’i o güzel oğullarını bir daha göremeyeceklerini.

Dayanmıyor kalbim
Ağabeyini, “Taksim’de dikkat et, karışma bir şeye, bizi üzme” diye tembihleyen, annesinin pişirdiği son dolmayı yiyemeyen, mahallede bebekken çırılçıplak gezinen o çocuk yoktu artık.
Ali ve Fadime Ayvalıtaş da yoktu.
Göz göze geldiklerinde yıllardır sönmeyen gözlerdeki o ışıltı yerini gözyaşına bırakmıştı.
Kardeşleri yoktu. O gecekondu, o tüten baca, o umut hikayesi yoktu.
Giderek azaldı ışık Ali İsmail Korkmaz’ın, Ethem Sarısülük’ün ve diğerlerinin haberleri geldikçe.
Giderek karanlık büyüdü aileye destek olmak için çırpınan mahallede.
Ali Ayvalıtaş pazara bile gitmiyor, Fadime Ayvalıtaş, çocuğunu kaybeden diğer annelerin elinden tutup azaltmaya çalışıyordu içindeki sancıyı.
17 yıl önce askerde “intihar” ettiği söylenen kardeşinin acısını bile unutmuştu.
Hiçbir rahatsızlığı olmayan, doktora bile nadiren giden Fadime Ayvalıtaş’ın kalbi ağrımaya başlamıştı.
Oğlunun ölümüyle ilgili davanın ilk duruşmasının yapıldığı gün, “Bir daha öldü oğlum, bir daha gitti Mehmet” demişti kocasına.
Dışarıda, adliye içerisinde sıkılan gazları, kendilerine başsağlığı bile dilemeyenlerin öfkesini gördükçe kalbi ufalmış, kalmamıştı.
Sonra Ethem Sarısülük’ün duruşması için Ankara’ya geldiğinde artık darmadağındı.
İstanbul’a döndüklerinde, taksiden inerken ilk kez bayıldı. Hastaneye yetiştirdiler. Kalp kapakçıklarında sorun vardı ama tahliller temizdi.
Çok değil birkaç gün sonra, geçtiğimiz hafta cuma sabahı yeniden bayıldı. Bir daha gözlerini açamayacaktı.

Oğlundan uzakta
Çocuklarını kaybeden, çocukları yaralanan, çocukları tutuklanan diğer anneler tabutunu omuzladı,
47 yaşında evladının hasretine dayanamayan Fadime ananın oğlunun yanına defnedildiği söylendi ama İstanbul’da bütün aileler “aile mezarlığı” bulabilecek kadar şanslı değildi.
“Biraz uzağa defnettik. Artık denizin ortasındayım. Karayı göremiyorum. O da uzakta” diye anlattı Ali Ayvalıtaş, gözyaşlarından konuşamaz hale geldikten hemen sonra ve yutkunarak hayat arkadaşının mezarını