Yasin Akyüz, Pozantı Cezaevi’nde yatan çocuklardan biriydi. Koğuşunda korku dolu geceler geçirdi. 2009’da, yani henüz çocukların o cezaevinde istismar edildiklerini kimseler bilmezken, Akyüz, bir sabah yatağında ölü bulunuverdi. Ve hiç hoşa gitmeyebilir ama sorulmadı o çocuğu koruması gerekenlerden hesabı...
Başkentten çıkıp da yolunuzu güneye, oradan da doğuya Pozantı’ya gelirsiniz.
Önünden öylece geçip gittiğiniz bu yerde bir cezaevi vardır.
O cezaevinin duvarlarında çocukların gözyaşları.
O gözyaşlarında bir çocuğun yalnızlığı, bir başkasının korkusu, bir başkasının vazgeçmişliği vardır.
O gözyaşları duvarlar bir gün yıkılacak olsa bile orada kalacaktır.
***
Koğuşunda korku dolu geceler geçirdi.
2009’da, yani henüz çocukların o cezaevinde istismar edildiklerini kimseler bilmezken, Akyüz, bir sabah yatağında ölü bulunuverdi.
Hikâyenin bu kısmında birilerinin, “Neden cezaevindeymiş?”, birilerinin “Su testisi su yolunda kırılır”, birilerinin, “Kim bilir ne yaptı?” demesi beklenir.
Ama dinleyin zira gerçek tüm bu ezberlerden mühimdir.
Akyüz, uzun süredir koğuşunda tedirgindi.
Her işi kendisine yaptıran koğuştaki diğer çocuklar, nedendir yetinmiyor, Akyüz ne zaman biraz dinlenecek olsa yakasına yapışıyordu.
Birkaç kez söylediyse de yaşadıklarını oradaki sorumlulara, o şikâyetlerin dönüşü hep daha ağır oluyordu.
O gece de ağırdı.
Her şey diğerlerinin yediği ton balığının kutusunu çöpe atmamasıyla başladı.
Ne zamandır himaye edilen “koğuş ağası”, Akyüz’e öfkelendi.
İddia o ki dayak başladığında koğuşa gelen bir gardiyan, “İz bırakmadan dövün” dedi.
Akyüz’ün tek umudu bitmişti.
6 çocuk aynı anda Akyüz’ü dövmeye başladı.
Diğeri emir verdiği çocukların nasıl dövdüğünü keyifle izliyordu.
Bütün gücü tükenen Akyüz, zorla kalktı, ton balığı kutusunu çöpe attı.
Ardından başka emirler geldi.
Onların da her birini yaptı.
Yatağına gidiyordu ki bir çelmeyle yere yapıştı.
Dayak yeniden başlamıştı.
O sırada koğuş kapısından “sessizlik” uyarısı yapıldı.
Burası cezaeviydi, uyarıları dinlemek lazımdı.
Bir kemer getirilip Akyüz’ün boğazı sıkılmaya başlandı.
Yetmedi, en çok sözü dinlenen, ayağıyla boğazına bastırdı.
Gücü de nefesi de tükendi.
Akyüz uyuyamadığı o geceden sonra hiç uyanmadı.
En küçük mahkum kurban seçildi, eline kırık bardakla iz bırakıldı.
Sabah yatağına yatırılmış Akyüz bulunduğunda en küçükleri atıldı:
“Küfretti, ben yaptım.”
Elbette kimse inanmadı.
Akyüz’ün ölümüyle ilgili açılan davada, olay gecesi nöbette bulunan ve çocuklara, “iz bırakmadan dövün” dedikleri, koğuşa bilerek gelmedikleri iddia edilen 7 gardiyan hakkında beraat kararı verildi.
Tarsus Ağır Ceza Mahkemesi ise Akyüz’ü döverek öldüren 7 çocuğu 20 ile 24 yıl arasında değişen oranlarda hapse mahkum etti.
Yargıtay, çocuklarla ilgili kararı onayıp, gardiyanlar hakkındaki kararı bozdu.
Ancak kısa süre önce yerel mahkeme, yeni yargılama sonunda gardiyanları yine suçsuz buldu.
Ne suçları olabilirdi ki...
Akyüz’ün ardından, birkaç yıl sonra anlaşıldı Pozantı’da nelerin olup bittiği, istismara uğramış çocukların hikâyeleri.
Ama kimin ne suçu olacaktı ki?
***
Ne söylerseniz söyleyin, onlarca yıldır aldığınız yanıt değişmiyor:
“Onlara neden söylemiyorsun?”
Nasıl anlatırsanız anlatın, aynı soruyla yanıt veriliyor.
Sanki bu ülkenin yurttaşı olmak bu soruları sormamak, sanki burada yaşamak sadece istenilen biçimde konuşmak demekmiş gibi aniden dört taraftan bütün güçleriyle bağırılıyor:
“Mademki onlara söylemiyorsun, demek ki onlardansın.”
Oysa insanlar, büyük politik hesaplara boğulmamış basit cümleler kuruyor.
Zira yaşamak öyle basit olsun istiyor.
Bir çocuğun ölmemesini, bir kurşunun sıkılmamasını, mavi bir gökyüzünü, öyle sanki evden çıkıp da yeniden dönmek gibi nefes alabilmeyi, bazen sadece nefes alabilmeyi istiyor.
Ölen bir çocuğun katili her kimse hesabının sorulmasını, bazen her şeyin bunca kutsal kılınmamasını.
İfade özgürlüğünün tam da duyulmak istenmeyenin söylenmesinin sağlanması olduğunun anlaşılmasını.
Pozantı’da bir çocuk öldü.
Ve hiç hoşa gitmeyebilir ama gerçek bu:
Sorulmadı o çocuğu koruması gerekenlerden hesabı.