Güneydoğu’ya “olağanüstü hal” ilanı tartışılıyor. Ama...
PKK sadece Güneydoğu’da kan döküyor değil ki...
Saldırılarını Türkiye’ye yaydı.
O halde “olağanüstü hal yetmez sıkı yönetim” mi?
Bugün hafta sonu içinde kan olmayan bir “sıkı yönetim” yazısıyla hem düşündüreyim hem gülümseteyim.
Sıkı yönetimin hamam baskınından, tüm eşcinsellerin toplanmasına ve Bülent Ersoy’a “sahne yasağına” kadar uzanan kara mizah örneği bu.
Sırrı Süreyya Önder’in satırlarını -özetle- yansıtıyorum.
Sırrı Süreyya Önder senarist ve yönetmendir ama bu yazdıkları senaryo değil her satırıyla gerçek.
80’li yıllarda, bir taşra kasabasında, sıkıyönetim komutanının önüne bir ihbar geldi. İhbarcı, ilçenin tek hamamı ve tek sinemasında erkeklerin birbirleriyle aşk yaşadıklarını bildiriyordu ve bu ahlaksızlığın behemehal önüne geçilmesini istiyordu. Sıkıyönetim kuvvetleri derhal sinemayı ve hamamı bastılar ve o anda orada bulunan herkesi derdest edip komutanlığa götürdüler. Kentte siyasi sorgulara bıçakla kesilir gibi ara verildi. Bütün sinema seyircileri ile hamama gidenler ve iki işletmenin görevlileri işkenceli sorguya alındı.
Faşizmin çok ayıp bir şey olmasında iki rengin dışındaki renklere tahammülsüz oluşu büyük yer tutar. Bu renkler siyah ve koyu siyahtır!
Sıkıyönetim komutanının eşcinsel ilişkilere dair, kerameti kendinden menkul bir kabulü vardı. “Eken, biçer!” ve “Yel değmedik kavak olmaz!” şeklinde özetlenecek bu mantığın zorunlu bir sonucu olarak herkese şu iki soru yöneltiliyordu:
Kimlerle aktif, kimlerle pasif ilişkiye girdin?
“C” şıkkı seçeneği olmayan bu soruya iki kategoride de cevap veremeyenler ağır işkencelere uğradı. İşkenceli sorgulardan elde edilen isimler de aynı süreçten geçirilmeye başlayınca, ilçenin erkek nüfusu önemli bir “kırım”a uğradı. Bir müddet sonra bu operasyon kent içi hesaplaşmanın bir aracı haline dönüştürüldü. Artık işkencede itiraf edilen isimler, olayın esas failleri olmaktan çıkmış, türlü gerekçelerle gıcık kapılan insanlardan bir öç alma biçimine dönüşmüştü.
Gözaltındakilerin sayısı astronomik rakamlara ulaşınca durum 12 Eylül generallerinin önüne bir rapor olarak konuldu. Dehşete düştüler. “Bülent Ersoy vakası” ilk o toplantıda dile getirildi.
Bir dizi önlem almak gerekirdi. Maazallah, erkekliğini yitiren bir toplumu faşizmin uzantısı yapamazdınız! Mübalağa cenk olunmasına karar verdiler.
İstanbul’daki eşcinseller gözaltına alınıp saçları kestirildi ve Eskişehir ile Tekirdağ yakınlarında ıssız yerlere bırakılıp kente geri dönmeleri halinde başlarına gelecekler hakkında ayrıntılı olarak bilgilendirildiler!..
Bülent Ersoy’a da “çalışma yasağı” getirildi.
Bu taşra ilçemizdeki operasyonun son resmi, Auschwitz’ten bile daha vahim bir faşizm uygulamasıdır. Gözaltına alınanlar saç, sakal ve bıyıklarına ilaveten kaşları da kesilerek askeri cemselere bindirildi. Tüm ilçede bir hafta boyunca teşhir edildi.
İntihar edenler oldu. Kenti terk edenler oldu.
Sinema salonu ve hamam kapatıldı.
O günkü sorgularda, “Mal benim değil mi? İstersem dinamit kor patlatırım!” diyen adamı o kadar çok dövdüler ki geri kalan yaşantısını yarı delirmiş bir şekilde tamamladı.
Faşizmin çok ayıp bir şey olmasında, bireyin “mal”ını kamusal alan olarak görmesinin de büyük bir payı vardır.
Malı, canı ve bedeni ile özgür bir ilişki kurabilmek “erkeklere mahsus” bir özellik değildir! Erkeklikten insanlığa terfi edebilenler ancak böyle bir konfora sahip olabilirler.
Kadının erkeğe üstün olduğu en önemli alan tam da burasıdır. Savaşa tellal çıkartılan ve riyakâr methiyeler düzülen bugünlerde en büyük umut, anaç ve kadınca itirazların yükseltilmesidir.
Bülent Ersoy bu itirazın en ironik bir biçimde vücut bulmuş halidir.
Eksilen her can, insanlığın noksanıdır.
Faşizmin çok çok ayıp bir şey olmasında, ömrünün en cevahir zamanında yitip giden canlara sadece istatistik bir veri olarak bakmasının da görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir payı vardır.