Genç kadının karnı burnunda. Elinde şişler, doğacak bebeğe patik örmekte. Genç erkek ise burnundan soluyor. Salonu bir aşağı bir yukarı arşınlıyor.
"Şu yoklukta, bir de çocuk gelecek... Bir boğaz daha. Neyle bakacağız" hallerinde.
Kadın:
"Sevgilim...
Bebeğimizin adını ne koyacağız?"
Erkeğin patlayan sesi:
"Bok... Bokkk koy."
Ve alkış...
Çetin Altan'la ilk iletişimimdi.
Çocukluktan delikanlılığa geçiş çağı gecelerinden birinde. Devlet Tiyatroları Ankara Küçük Sahnesi'nde onun oyununu izlemekteydik.
Çetin Altan'la hep sıradışı söylemleriyle, yazılarıyla, tavırlarıyla çakışırdı.
27 Mayıs öncesi köşesi bembayaz çıkmıştı. Altta bir satır: "Bugün canım yazmak istemiyor."
O tek satır devrim manifestosu olmuştu.
40 yılı aşkın süredir, "devamsızlık" yapmamamış okuruyum.
Çiçeği burnunda gazeteci ve hukuk öğrencisiydim.
Çetin Altan TİP'ten bağımsız İstanbul milletvekili seçilmişti.
Kürsüye her çıkışı bir hadiseydi. Meclis'e renk taşımıştı. Kara mizah harikaları yapıyordu.
Örneğin...
Sık sık müdahale eden başkana "Sözümü kesmeyin. Konuşmamı bölüyorsunuz" demiş, "Ben Meclis başkanıyım. Oturduğum yerin icabını yapıyorum" cevabını almıştı.
Çetin Altan'ın bunun üzerine şu sözü tokat gibiydi:
"Siz orada bir marangoz hatası nedeniyle bulunuyorsunuz!"
Tıs... Ne söylenebilirdi?
Kürsünün yüksekliği mi, başkan mı marangoz hatasıydı?
Belli...
Altan'a tepkiler her zaman böyle sessiz olmazdı.
Siyaseti, Meclis sıralarını hallaç pamuğu gibi atıyordu.
Fırtınalara çağrı yapıyordu...
Kürsüye yürüyen, yumrukları sıkılmış öfkeli milletvekilleri tarafından zorla susturulmak istenirdi.
Bir kez - neredeyse - linç ediliyordu.
Gözünü kaybedebilirdi.
En güzel aşk ve kadın yazıları da onun köşesinde okunurdu.
Biri kesilmiş, evdeki odamın duvarına yapıştırılmıştı.
Işıklı, ılık bir bahar sabahı yazdığı yazı "Sen at nutuklarını politikacı. Hiç aldırmıyorum. Ben bugün başka bir havadayım" diye bitiyordu.
Pudralanmış, porselen gibi beyaz... hoş kokulu ve güzel bir kadın ayağını öpmekle başlayan bir yazıydı.
Sanıyorum aşıktı.
Kime olduğunu yıllar sonraki konuşmalarımda sezmiştim.
Merhum Ercüment Karacan döneminde Milliyet'ten ayrılmıştı.
Bizler Milliyet tutkunuyduk.
Aylarca onun boş kalan çerçevesini kimin dolduracağı tartışıldı.
Kimse - tam - dolduramadı.
Güneş'e ilk başladığı gece İzmir - Çeşme Altınyunus'taydık.
Rakı içiyorduk.
Gecenin bir saatinde bana baktı, baktı...
"Etrafa bir hastalığın olduğunu uydur" dedi.
"Neden" diye sordum.
İltifat etti:
"40 yaşında yoksun. Çok satan bir gazetenin büyük hisseli ortağısın. Yönetmenisin. Kalemin var. Mürekkep yalamışsın. Yaşam kültürün, evliliğin iyi. Hepsini birden tek adama yedirmezler. Ufalarlar. Bunları değil de bırak bir hastalığı konuşsunlar. 'İyi hoş da çocuğun falanca sağlık derdi var. Allah kimseye vermesin' desinler."
"Yok canım" cevabını vermiştim.
"Ne diyecekler? Neyle yıpratacaklar?"
Sanki evliya gibi görmüştü...
"Mesala... hiçbir şey bulamasalar şu önümüzdeki ıstakozu dillerine dolarlar. Benim de yazılarımı değil, viski içtiğimi konuştular yıllarca."
Dediği çıktı.
"Ne ıstakoz öyküleri üretilmedi ki! Kimlerden kaynaklandığını, kimler tarafından kime yaranmak için yapıldığını biliyorum."
Neyse bunu da onun yüksek zeka voltajından bir ışık olarak yansıtmak istedim.
Bunca yıl sonra Çetin Altan Milliyet'e döndü.
Boş çerçeve doluyor. Şimdi Milliyet daha da güzel.
-----------
NOT: Dünkü yazıda önemli bir eksik vardı. Bayrampaşa Cezaevi'nde düzeni sağlayarak sanat olayını gerçekleştiren Savcı Metin Şentürk'ün adı, altı özenle çizilerek yansıtılmalıdır. Ayrıca seyirci sıralarında "Bayrampaşa zorunlu misafirleriyle" de olmak isterdim. G.C.