Din ile devletin, daha doğrusu rahipler (ruhban sınıf) ile askerin birbiriyle kapışmaları M.Ö. 600’e kadar uzanıyor.
İlk darbe, Atina Sitesi’nde olmuş.
Sümerlerdeki site devletinin başında “Tanrı Vekili” unvanıyla başrahipler, “ensi” bulunuyordu.
Çevre coğrafyadaki barbarların akınlarına karşı kent devletlerini korumak için askerlerin önemi arttı.
Askerler güç kazandı.
Onlar, devlet gücüne de el koydular.
Bu süreçte yönetimin başına “ensi (başrahip)” denirken, artık askeri bir deyim olan “lugal” denmeye başlandı. Böylece tarihte ilk “laiklik” sorunu başlamış oldu.
Laiklik belki de gerçekte “iktidarın kimde olacağı” sorunuydu.
Din ve devletin birbirinden ayrıldığı bu süreç, eski Çin, Hint, Mısır, Babil ve İbrani toplumlarında da yaşandı.
Çokuluslu ve çok dinli Roma İmparatorluğu’nda “siyasal iktidar-din” ilişkileri hoşgörü temeline dayanırdı. Krallık döneminde kralı “Comitata curiata (asiller meclisi)” seçerdi.
Krala, siyasal ve dinsel tüm yetkiler verilirdi.
Monarşinin yıkılarak yerini cumhuriyetin almasından sonra da bu ikili yetki kısa süre için seçilen “magistratus”larda sürdürülmüştür. Siyasal, yasal ve askeri yetkilere sahip organlar tarafından kullanılmıştır.
Roma İmparatorluğu’nda bağnazlığın ve ruhban sınıfın elinde teokrasinin egemen olmaya başladığını, ortaçağa girişi göstermektedir.
Papalık, dinsel bir iktidar olarak güçlendikten sonra, tüm Avrupa’da Hıristiyanlığın siyasi iktidar üzerinde egemen olma savaşımı başlamıştır.
Laiklik ilkesi ve uygulaması bu çok uzun sürecin son aşamasında oluşmuştur.
Kolay kazanılmış değildir.
İnsanların diri diri yakıldığı, kitle kıyımlarının yapıldığı, korku, dehşet, baskı ve işkenceyle geçmiş yüzyılların karanlığından sonra ulaşılmış aydınlıktır.
Ama... Demokrasilerin siyamlı yapışık ikizi gibidir laiklik.
Solunan hava, içilen su, yağan yağmur gibi doğaldır.
Türkiye’de, zaman nehrini tersine akıtmak kadar anlamsız “laikliğin içini boşaltmak” tezgâhları kadar “laikliği korumak zorunluğunun” hâlâ hissedilmesi de çağdaş demokrasilerle örtüşmüyor.
Solunan havadan, içilen sudan, yağan yağmurdan vazgeçilebilir mi?
..................
Yukarıdaki satırlarda anlatılan din, asker, iktidar tarihi için bkz. Faik Bulut/Ordu ve Din-Devlet Gözüyle İslamcı Faaliyetler (1826-2007) Berfin Yayınları/Mart 2008.
DİRİK AİLESİ İÇİN...
Bu köşeyi okuyanlar kimseyi incitmemeye gösterdiğim özeni bilirler.
Fakat bazen elde olmayan durumlardan kaçınamıyoruz.
Örneğin... Keyifle okuduğum değerli araştırmaları olan arkadaşım Taha Akyol’un “Ama Hangi Atatürk” adlı kitabından bir alıntı yapmıştım.
Özü şuydu:
9 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal, Osmanlı devletindeki tüm görevlerinden istifa ettiğini sultana bildirir.
Bunun üzerine Kurmay Başkanı Kâzım Dirik yanına gelerek “Paşam, siz askerlikten istifa ettiniz. Benim bundan sonra emrinizde bu vazifeme devam imkânım kalmadı. Evrakı kime teslim edeyim?” der. Mustafa Kemal’in cevabı: “Ya, öyle mi efendim? Peki efendim” olur.
Rauf Bey hatıralarında “Mustafa Kemal’in koltuğuna yığıldığını” yazar.
Ancak... Mustafa Kemal’e sadık kalan Erzurum’daki Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ve Rauf Bey, İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanır, Kâzım Dirik ise 3 dönem Meclis Başkanlığı yapar.
Kâzım Dirik’in torunu K. Doğan Dirik’ten bir açıklama aldım.
Dedesi Kâzım Dirik’in hayatı boyunca Meclis Başkanlığı yapmadığını yazıyor.
Rauf Orbay’ın bu istifa olayını ise yazmak için neden Kâzım Dirik’in ölümünden sonrayı beklediğini sorguluyor.
K. Doğan Dirik’in bir iması da şöyle: “Dedesi Kâzım Dirik’in İzmir suikastı bağlamında Rauf Bey’i adli makamlara teslim etmiş olmasıdır.”
Son not:
Taha Akyol’un kitabından yukarıda özetle verdiğim satırlar, Şevket Süreyya Aydemir’in kitabından alınmıştır. Düzeltme adresi orası olmalı.
....................
Ayrıntılı bilgi için Kâzım Dirik’in torunu K. Doğan Dirik’in “Atatürk’ün İzinde Vali Paşa Kâzım Dirik-Bandırma Vapuru’ndan Halkın Kalbine “ adlı kitaba bakınız.