Güneri Cıvaoğlu

Güneri Cıvaoğlu

ngunericivaoglu@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Yoksa sorun Bülent Ecevit’in rakı içmemesi mi?
Gazeteci Stephen Kinzer şöyle yazıyor:
"Türkiye’de edindiğim ilk arkadaşlarım bana eğer gerçekten ülkelerini anlamayı istiyorsam bol miktarda rakı içmem gerektiğini söylediler. Bunu söyleyenler akıllı insanlardı, ben de tavsiyelerine uydum. Her yıl Türkiye’deki yıllık rakı tüketimi bir milyon litreden biraz daha fazla artmaktadır ve bu artışa benim katkım hiç de az olmadı.
Rakı şişedeyken tamamen saydamdır ama nadiren o haliyle içilir. Rakı suyla karıştırılır ve bu işlem rakıyı yarı şeffaf hale getirir. Bunu içmek insanın Türkiye’yi kavrayışı üzerinde de aynı etkiyi yapar. Bir ya da iki kadeh sonra ilk başta açık görünen şeyler belirsizleşir. Şişe boşaldığında ise her şey bulanık ve karmaşıktır. Ama yine de Türkiye hakkındaki gerçekler en iyi şekilde bu uyarıcı sis yoluyla anlaşılabilir."
Ecevitler ise, İngilizler’in "çay içmek" gelenek ve kültür coğrafyasındalar.
Bir süredir sırf kendileri nedeniyle Türkiye’yi efkar bastığından rakı tüketiminin arttığından habersiz görünüyorlar.

Bu satırları son yıllarda New York Times Gazetesi’nin Türkiye muhabirliğini yapan Stephen Kinzer’in, HİLAL VE YILDIZ - İki Dünya Arasında Türkiye - adlı kitabından aldım. (İletişim Yayınları, 2002; sf. 49)
Sayfaları çevirmeye devam.
"Tarih kitapları Mustafa Kemal Atatürk’ün rakıya aşırı düşkünlüğü nedeniyle öldüğünü yazar. Bu, ancak kısmen doğrudur. Aslında kendisi, aşırı dozda Türkiye’den ölmüştür. Tıpkı rakıya olan ilgisi gibi Türkiye’ye olan ilgisi de öyle şiddetli ve güçlüydü ki sonunda kendini yiyip bitirdi.
Aynı şey neredeyse bana da oluyordu. Türkiye’ye uzaktan hayrandım ama ancak dostlarla rakı içilen uzun gecelerden sonra Türk düşüncesinin ne kadar gözüpek olduğunu anlamaya başladım."
Burada, rakı, "Türkiye gerçeklerinin, Türkiye yaşamına katılarak görülebileceğinin" simgesi.
Ata’nın rakı sofrası da Türkiye’nin sorunlarının tartışıldığı, çözümlerin üretildiği yer değil miydi?..

Bakınız Kinzer ne diyor:
"Rakı içmek için kurulmuş bir tür bistro olan meyhaneler, Türk mutfağının tapınakları olmalarının yanı sıra, insanların bir araya geldiği, konuştuğu, tartıştığı, kucaklaştığı ve şikayetlerini dile getirdiği yerlerdir."
Keşke Ecevitler zaman zaman Sakarya Caddesi’nde, Çiçek Pasajı’nda, Kordon Boyu’nda, Boğaz’da, Kumkapı’da halkla birlikte rakı içselerdi.
Çok daha gerçekçi olurlardı.

1960’lı yılların ortalarında Profesör Haluk Ülman Ecevitler’in gözdeleri arasındaydı.
Bir akşam Ecevitler’i yemeğe çağırmak gibi vahim (!) yanlışlık yapmış.
Rahşan Hanım "Biz kimseye yemeğe gitmeyiz" demiş.
Ülman " - Neden Hanımefendi?" diye sormuş.
" - Çünkü biz evimizde baş başa sade halk yemeği yeriz."
Ülman patlamış: "Hanımefendi bizde de saray yemeği pişmiyor. Karım patlıcan oturtma, domatesli pilav ve salata yapacaktı. Rakımızı içer, konuşurduk."
Ecevitler’in hem bu yemek davetini kabul etmediklerini, hem de Ülman’ın ayağının kayma süreci için, siciline ilk "eksi notun" işlendiğini belirtmeliyim.

Kitaba dönelim.
"Rakıyla birlikte her defasında küçük tabaklarda mezeler gelir... Meze ana yemekten önce alınan içtah açıcıdır ama ana yemek, tıpkı Türkiye’nin büyük kaderi gibi çoğu kez gelmez."
......
Son söz:
Türkiye’nin büyük kaderine giden yolun üzerinden Ecevit çekilecek mi?
Yahut... Geçerli siyasi çözüm üretebilecek mi?
Ankara’daki senaryoların ilk sayfaları, öyle görünüyor ki yarından itibaren uygulanmaya başlıyor.
Ne olacak?
Bu soruların cevabını görebilmek için bir kadeh rakı ısmarladım bile...