Güneri Cıvaoğlu

Güneri Cıvaoğlu

ngunericivaoglu@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Bundan birkaç yıl önce Atatürk filmini izlediğim koltukta, Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen ile yan yanaydım.
Atatürk’ü konu alan filmi...
Zaman zaman fısıldaşarak yorumluyordu. Bir Atatürk belgeseli sayılabilecek çalışmayı, onun en yakınının tanıklığıyla izlemek şanstı.
Bu kez de Nâzım Hikmet gecesini gene birinci sıranın köşesindeki aynı koltukta Nâzım Hikmet’in yeğeni Ayşe Yaltırım ile yan yana izledim.
Zaman zaman onunla da fısıldaştık.
Ayşe Yaltırım’ın tanıklığıyla perdede akan Nâzım’ın fotoğraflarını ve buna paralel olayları değerlendirmek de şansım oldu.
Fotoğraflar, Yaltırım’ın oğlu Murat Germen tarafından gösterime kondu.
Sahnede üç Yunanlı... Biri Nâzım’ın şiirlerini Yunanca okuyor.
Fransızlar "müziği yapan tonlardır" derler. Nâzım’ın dehası hangi dilde olursa olsun o tonları ve vurguları öyle yerlere koymuş ki, müzik gibi akıyor.
Daha sonra genç ve hoş bir Yunanlı kadının sesi ve gitar ustasının eşliğiyle bu şiirlerin şarkı halinde büyüsünü yaşıyoruz.
Nâzım’ın şiirleri genellikle müziğe bir tür destan gibi uyarlanmıştır. Oysa Yunanlı sanatçıların çalışmaları ılık bal damlaları gibiydi.
Nâzım yorumlanırken elbette onun başkaldırısı, cesareti notalara yansımalı.
Ama Nâzım’ın aşk şiirleri de var.
En güzel şiirlerini yeni aşklar yaşamaya başladığında yazmış.
Yunanlı sanatçının sesinde ve ona eşlik eden gitarda, romantik Nâzım’ı bulduk.

Daha sonra Esin Afşar’ı izledik.
Nâzım’ın dizeleri ve onun sesi yüreklerimize bir çift kanattı.
Afşar’ın dizeleri sürerken tiyatro sanatçısı Mümtaz Sevinç şiirleri okurken özellikle buram buram özlem yansıtan sözcüklerde Ayşe Yaltırım fısıldıyordu:
"Dayım Deniz Harp Okulu’nda kılıç kuşandığı halde ona ‘askerlik yapacaksın’ dediler. Yıllarca hapiste yatmış, yaşlanmış, çocuğu üç aylık ve ona bu yaşta ‘hadi askere’ diyorlar. İhbarlar geliyordu; ‘Gitmesin öldürecekler. Kaçarken vurduk diyecekler...’ gibi ihbarlar.
Dayım silah da almıştı. Bir yere giderken tabancayı benim çantama koyuyorduk. İşte o yüzden kaçmak zorunda kaldı."

Ayşe Yaltırım’ın bu yorumunu dinlerken, dostum Altan Öymen’in son kitabı Bir Dönem Bir Çocuk’tan satırlar gözümün önünde. Mareşal Çakmak, "Nâzım’ın mahkûm edilmesini, kendisinin sağladığını" açıklamış.
Hukuk devletinde Mareşal Çakmak bile olsa bağımsız yargıya nasıl direktif verir?
Bir çınar nasıl çürütülür.
Bakın Çakmak ne demiş:
"Komünistler ordu ve donanmaya sokulmak istedikleri zaman da şiddetle müdahale ettim." (Sf. 565)
Nâzım’ın kuşandığı kılıç herhalde böyle geri alınmış. Sonra da böyle mahkûm edilmiş olmalı.
Öymen’in yaşamının 1950 yılına kadar olan bölümünü, bütün olayları ve isimleriyle dantela gibi ören kitap, bir nehir roman gibi akıyor.

Nâzım heykel ustalarından "mermeri ipek kumaş kesercesine işleyenler" diye söz eder.
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan böyle yapıtlar örneğin Apollo, Artemis, Zeus, Athena gibi 32 tanrı ve tanrıçanın mermer repikaları Paris’in Tuileries Bahçeleri’nde yer almakta. Tasos Adası’ndan gelen mermer kristalleriyle yapılmış ve elle cilalanmış faksimilleri inanılmaz sonuç vermiş.
Mimar Ahmet Ertuğ Kariye Camii, Ayasofya ve diğer benzeri etkinliklerinden sonra gene bir görkemli "ilk"e imza atıyor.
Fatih Sultan Mehmet döneminden bu yana İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde korunan 2500 yıllık bu heykellerin repikaları ve Ertuğ’un objektifinden hayranlık verici fotoğrafları günde 2000 Parisli tarafından izleniyor.
Şu üç örnek bile Türkiye kültürünün, siyaset ortalamasının çok önünde olduğunun işaretleri...
Türkiye siyasetinde de çıtanın yükselmesi kaçınılmazdır.