Güneri CIVAOĞLU
ADI MASUMİYET son yıllarda gördüğüm - mütavazi, fakat devamlı bir sinema izleyicisi olarak - en iyi filmlerden biri...
Bu senaryoyu bir
Amerikan yapımcısının ya da
İtalyan, Alman, İngiliz, Rus film yönetmenlerinden birinin önüne koyun... Yapsınlar.
O ülkelerde de büyük beğeni ile izlenir, hıristiyan kültürünün ağır bastığı yarışmalarda ödül üstüne ödül alır.
Filmin konusu ve senaryosu büyük dünya köyünün her köşesi için geçerli.
"Çıkışsızlığın kuşattığı alt kültürden insanların dramı" dünya insanlığının büyük bir kesiminin ortak paydası.
Bu film içerde ve dışarda pekçok ödül aldı.
Ama...
Bunların hepsi bir yana...
Bizler gibi sıradan ve istikrarlı, devamlı izleyicilerin gönülden alkışları da birer ödül.
Kentlerde batağa düşerek yitip giden insanlarımızın, çıkışı olmayan öyküsünü
Zeki Demirkupuz harikulade bir senaryo ve yönetimle ortaya koymuş.
Haluk Bilginer ve
Derya Alabora, zaman zaman izleyenleri dehşete düşürecek kadar başarılı görüntüler veriyorlar.
Güven Kıraç sıradan, topluca, halim selim, kendi halinde bir kader kurbanının,
"çıkışsızlık" dramını yansıtıyor.
Sıkıştırılmış ve yok olmaya zorlanan karekterin önce direnişi ve sonra teslim oluşu.
Sadelik, temizlik, acı ve fedakarlıkla...
Ve filmin maliyeti, topu topu sadece
60 bin dolar.
Bazı filmler vardır ki...
Bittikten sonra uzun süre kendinize gelemezsiniz.
MASUMİYET işte öyle.
Keşke
2 yıl önce görebilseydim.
Masumiyeti izlerken gözlerimin önünden nice masumlar geçiyor.
Büyük kente teslim olmayıp, kendilerini kurtarabilmişler.
Şansları, kişilikleri ile çıkışsızlığın duvarlarından tırnaklarıyla delik açıp kendilerine birer avuç gökyüzü yaratabilmişler. Geçen hafta kaybettiğimiz
Abbas Gökpınar onlardan biriydi.
75 yaşındaydı.
Köyden kopup gelmişti.
Anlatırdı:
"Beyoğlu'nda dolaşıyordum. Neredeyse çocuk yaşlardaydım. Ayağım bir kaç yüz metre aşağıya kaysa, belki de Beyoğlu batakhanelerinde kaybolup gidecektim.
Ama, Taksim'e, yeşilliklere, parka doğru yürüdüm. Tenis sahalarında top toplamaya başladım."
Kısacası,
Abbas Gökpınar, böylece tenis sahalarında BALLALL - BOY'luğa başlar.
60 yılı aşkın süre tenis sahalarında yaşadı.
Ben, onu
Enka Spor Tesisleri'nde tanıdım.
Herhalde,
10 yılı aşıyor.
Sabah
6'da gelir, kapalı kortların yerlerini süpürürdü.
Etrafı düzene koyardı.
Gece
22'ye kadar ders verirdi.
Partneri olmayanlara eşlik eder, iddialı maçlara girişirdi.
70'li yaşlardaki bu harikulade enerji, disiplin hayret vericiydi.
60 küsur seneyi kortlarda geçirdiği için şu
Şehr - i İstanbul'da tanımadığı yok gibiydi.
Tenisci, futbolcu, basketçi, sinemacı, tiyatrocu, şarkıcı, iş adamı...
Çoğuyla karşılıklı oynamıştı.
Her zaman terbiyeli, ince ve nazikti.
Tam
İstanbul efendisiydi. Kendine - sen yaşlısın, artık çekil - denmemesi için sabahın
6'sından, gecenin
22'sine kadar
16 saat çalışırdı.
Hepimizin üzerinde hakkı vardır. Allah rahmet eylesin.
Strasbourg'da doktora çalışmalarımı sürdürürken,
Avrupa Konseyi nezninde bazı gazetelerin ve o zamanlar henüz yeni olan
TRT'nin temsilciliğini yapıyordum. Avrupa Konseyi'nde çevrem yok. Haber çıkartmakta zorluk çekiyorum.
Avrupa Konseyi'nin burnundan kıl aldırmayan yöneticileri, bizi iplemiyorlar bile...
Bana o zaman bir tavsiyede bulunuldu:
"Konseyin yanındaki tenis kulubüne üye ol. Tenis öğren. Avrupa Konseyi'nin yöneticileri ile tenis arkadaşı olursun ve bol bol haber alabilirsin.
Buradaki İtalyan Radyo Televizyonu'nun temsilcisi de geçen yıl geldi.
Aynı sıkıntıları yaşadı.
Tenise başlayarak Avrupa Konseyi yöneticileriyle iyi bir çevre yaptı."
O sıralarda
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu kararlarının
Türkçe'ye tercüme işini yapıyordum.
Aldığım paranın bir bölümü bu tenise başlama uğruna gitti.
Biz de, taşradan
Avrupa'ya gelen delikanlı gazeteci olarak, tıpkı
Abbas Gökpınar gibi, dışlanmaktan tenis kortlarında kurtulduk.
Bu merak, İstanbul'a dönüşümüzde de sürdü.
Şimdi
Swis Otel'in bulunduğu yerde
Taşlık Tenis Kulübü vardı. Sabah
7'de oraya giderdim.
Trabzon'un bir köyünden kopup gelmiş,
Beyoğlu bataklarına düşmeden kendini tenis sahalarının BALLALL - BOY'luğunda kurtarmış
Arif Soysal hocayla raket sallardık.
Arif Hoca, İstanbul'da ne yaptığını memleketlilerinden saklardı.
"Benim gibi saçları bembeyaz 60'ında adamın ayağında beyaz don, şortlu kadınlarla, böyle elinde sopa, topa vuruşunu nasıl anlatacaksın" der. Kahkahayı basardı.
Yaz sabahları, tenisten sonra kahvaltı sofrası kurulurdu.
Dumanları tüten taze ekmekler, buğulu üzüm salkımları, beyaz peynir ve çay...
Arif Soysal'ın top toplayan
2, gençler şampiyonluğuna aday
1 yeğeni vardı.
Temel, Süleyman ve
Seyfi.
3'ü de bugün
İstanbul kortlarının en iyi tenis hocalarındandır.
Arif Hoca'yı ise ne yazık ki kaybettik.
O'da masumiyetini yitirmemiş masumlardandı.
Mekanı cennet olsun.
Yazara EmailG.Civaoglu@milliyet.com.tr