TARİHİN anılar galerisinde bir gezinti yapalım.
Tarih 22 Mart 1954...
Almanya'nın Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinden satırlar:
"Türkiye, NATO'ya girmesi için Almanya'yı destekleyecek.
Adenauver, Türkiye ziyaretinde bu konuda güvence aldı.
Türkiye, Almanya'nın gerçek dostu."
Tarih 22 Mart 1954...
Die Welt gazetesi...
"Gerçek dost Türkiye, NATO'ya girmesi için Almanya'yı destekliyor."
Ekim 1953...
Bundesanzeigek Köln gazetesi...
"Almanya, Türkiye arasında vize mecburiyeti kalktı."
2 Ekim 1954, Die Welt...
"Boğazların güçlü adamı Türkiye, Almanya'nın yoldaşıdır. Türkiye'nin güvenli dostuna teşekkür ediyoruz."
7 Ekim 1954, Die Welt:
"Türkiye, Adenauver'i destekliyor. NATO'ya girmemizde Türkiye güvencesi..."
7 Mayıs 1965, Die Welt...
"Türkiye, Avrupa'nın parçasıdır. Türkiye, Avrupa'nın temel direklerinden biridir..."
Daha böyle pek çok gazete başlığı ve makale örneği sıralanabilir.
Önceki gece sunduğum, DURUM programında, Vural Öger, o başlıklardan çok ilginç bir derleme yapmıştı.
Türkiye - Almanya ilişkilerinin seyir defterini çizen bu gazete başlıkları konusunda, daha ayrıntılı bilgi Eriş Yücel'in "ALMAN BASININDA TÜRKİYE CUMHURİYETİ" kitabında bulunabilir.
Ve yıl 1997...
Almanya, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyeliği yolunda en büyük engel. O teşekkürler unutulmuş bile.
Şu manzaralar da gösteriyor ki...
"Uluslararası ilişkilerde, ebedi dostluklar değil, ebedi çıkarlar vardır.
Politikaları ülkelerin çıkarları belirler."
O nedenle, romantik olmadan, bugünün gerçekçi değerlendirmelerini yapabilmeliyiz.
4 Mart 1997'de Avrupa Hıristiyan Demokrat Partileri adına bir açıklama yapıldı.
"Avrupa medeniyet projesinde Türkiye'nin yeri yoktur. Avrupa Birliği'ne tam üye olarak giremez" denildi.
Açıklamayı yapan Almanya Başbakanı Kohl değildi... Ama, toplantının düzenleyicisi ve açıklamanın arkasındaki kuvvetin o olduğu biliniyordu.
Açıklama, bomba etkisi yaptı.
Ama daha da düşündürücü olanı, bir gün sonra İngiliz Financial Times gazetesinde yayınlanan bir demeçti.
Gene Kohl'un ağzı ya da dili kabul edilebilecek Wim Van Velzen, Avrupa medeniyeti projesinin ne olduğunu şöyle bir demeçle açıyordu:
"Avrupa Birliği hıristiyandır. Müslüman Türkiye'nin, o birlikte yeri olamaz."
Türkiye, kıyametleri koparmaya başladı.
Avrupa'nın yeşilleri, liberalleri, sosyal demokratları ve sosyalistleri de öyle...
Ne var ki...
Artık Türkiye'ye Avrupa kapıları kapanmış, 34 yıllık Avrupa maceramazı noktalanmış gibiydi.
Öyle ya...
Avrupa Birliği'nin en güçlü ülkesi, Federal Almanya'dır. Federal Almanya'nın Başbakanı Kohl da bu tavrı koymuşsa, iş bitmiş demekti.
Apeldoorn'da Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları haftasonunda işte böyle karamsar bir havada toplandı. Ama sonuç, bir avuç ışıktı.
"Türkiye'nin Avrupa Birliği hedefinin kabul edildiği ve diğer adaylarla eşit koşulları paylaşacağı, din motifinin rol oynamayacağı" açıklandı.
Türkiye ve Avrupa'nın da aklı başında çoğunluğu, bir nefes aldı.
Avrupa Birliği, gerçi Türkiye'ye kapılarını sonuna kadar açmıyordu... Ama, kapı aralık bırakılıyordu.
Avrupa Birliği, ırkçı ya da dinci bir damgadan kurtarılmış oluyordu.
Peki durum nedir?
Türkiye, 4 Mart'ta kaybettiğini yeniden bulmuş ve 3 Mart'taki statüsünü yeniden mi yakalamıştır?
Yani...
Nasrettin Hoca öyküsünde olduğu gibi, "kaybettiği eşeğini yeniden mi bulmuştur?"
Hayır.
DAHA doğru ifade, "mehter yürüyüşünde bir ilerleme sağladığıdır."
4 Mart'taki "hıristiyan Avrupa projesinde müslüman Türkiye'nin yeri yoktur" açıklaması ile bir adım geri gidilmişti...
Fakat Apeldoorn açıklaması 3 Mart'taki statümüzden daha öndedir. İki adım ileri atılmıştır.
Çünkü...
3 Mart'ta ve öncesinde, "Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik hedefinin kabul edildiği ve Türkiye'ye diğer 11 aday ülkeyle eşit ölçütler uygulanacağı" açıklanmış değildi. Bunlar, 16 Mart'ta elde edilmiştir.
Abartılmaması gereken, fakat görmezlikten de gelinmeyecek bir mesafe alınmıştır.
Aslında...
Din motifini siyasete bulaştırmanın, Avrupa'da yarattığı utancın, Türkiye'ye rantıdır bu.
Kohl ve Hıristiyan Demokrat liderlerin siyasal hıristiyanlık taslamaları, laik Avrupa'da öylesine geri tepmiştir ki... Bu Türkiye'ye yaramıştır.
Yeşiller, sosyal demokratlar, sosyalistler, liberaller, hatta hıristiyan demokratların bir bölümü, reform ve rönesans öncesindeki karanlık çağı anımsatan hıristiyan taassubundan izleri görür gibi olmuşlar ve tüyleri diken diken tepki koymuşlardır.
Keşke, Türkiye'deki siyasal islam da bu olaydan bir ders alabilse.