Yıl 1969. Bir cumartesi sabahı.
Yer
Strasbourg Üniversitesi'nin
Esplanade'daki bir sınıfı.
İlk derste profesör, odadaki doktora öğrencilerine
- hangi ülkelerden olduklarını - soruyor.
Çoğunluk
Alsace kökenli
Fransız.
Sıra
Türk öğrencilerine geliyor.
"Neredensiniz?""Türkiye'den?"
"Türksünüz, Müslümansınız demek!"
"Evet."
"Burada doktorayı bitirdikten sonra herhalde Türkiye'ye dönünce Başbakan olursunuz."
Bunu söylerken sesinde ve dudaklarında alaycı bir gülüş beliriyor...
Tokat gibi
Genç
Türk'ten önce, hemen yanındaki bir başka öğrenci söze giriyor.
"Burada doktorayı tamamlayanlara - Başbakan olacak -
diye garanti sertifikası da mı veriyorsunuz?
Doktoramı bitirdim diye ben de Fransa Başbakanı mı olacağım?"
Profesörün gülümseyişi yüzünde donuyor.
Soruyor:
"Siz nereyi bitirdiniz?"
"Strasbourg Üniversitesi İktisat Fakültesi'ni..."
"Siz doktoranızı tamamladıktan sonra isterseniz kariyerinizde ilerlersiniz. Ama Türk arkadaşınız ülkesine döner ve Başbakan olur."
"Aradaki fark neden?
"Farkı bir soruyla ortaya koyayım.
Siz - az gelişmişlik -
nedir biliyorsunuzdur herhalde değil mi?"
"Evet iyi biliyorum. Şu an karşımızda profesör unvanlı kaba bir - az gelişmişlik -
örneği var."
Bu son kelimelerin her biri adeta tokattır.
Önce bir sessizlik...
Sonra öğrencilerden alkış patlaması...
Profesör, birkaç dakika taş gibi olduğu yerde çakılıp kalır.
Sonra...
Hiçbir şey söylemeden odayı terkeder, bir daha da gelmez.
İzleyen günlerde, o dersi okutmak için sınıfa başka bir profesör verilir.
Kötü ruhları kovmak
AB için uzun ince yol boyunca,
Türkiye'ye her dışlamada, her küstah söylem ve eylemde yıllarca o profesörü anımsamışımdır.
Ama...
Profesöre sınıfı terkettiren insanlık değerlerine sahip cesur öğrenci ve onu alkışlayan diğerleri ise
"umudum" olmuştur.
Irkçılığı, din ayrımını simgeleyen profesörü sınıftan
"kötü bir ruh" gibi kovmuşlardı.
Avrupa'nın yükselen kültürü üzerinde de,
Haçlı ve
Nazi kalıntısı
ırk ve
din ayırımcı zihniyet, daha uzun süre baskı oluşturmazdı.
Aradan
30 yıl geçti.
Şu satırları gene bir cumartesi sabahı,
Fransa'ya uçarken yazıyorum.
Türkiye'nin
Avrupalılığı'nın tanındığı ve
AB'ye aday ülke ilan edildiği sabahın ilk
Avrupa yolcuları arasında olmak çok güzel bir duygu.
Yıllarca
Türkiye'yi
"HAYIR" dayatmasıyla dışlayan ve
AB'yi
Hıristiyan Kulübü gibi gören karşımızdaki az gelişmişlik örnekleri artık aşılmakta.
Yeni bir Türkiye
Elbette hiçbir şey, sanıldığı kadar kötü, umulduğu kadar da iyi değildir.
O nedenle...
Abartılmış sevinç dalgaları, önümüzdeki zorlu yolları görmemizi engellemesin.
Ama şimdi
kerhen ve
lutfen değil, özel temsilciler gönderilerek ve yazılı güvenceler verilerek, tam üyeliğe adaylığı kabul etmesi sağlanan
Türkiye, artık
farklı bir psikolojik ortamda.
Bu aşamaya kadar inisiyatif
Avrupa'nındı.
Her şeyin umulduğu kadar iyi ve öne alınmış bir takvimle oluşması bizim elimizde.
Adaylığı, tam üyeliğe dönüştürmek için bir yolculuğa çıkıyoruz.
Türkiye, Atatürk'ün
1923'de
Cumhuriyet'in kuruluşundan ve devrimlerinden sonra ikinci büyük yapı ve zihniyet devrimini gerçekleştirecek.
Ekonomi, kültür, hukuk ve demokraside, insan haklarında, insan kaynaklarında, devlet yapılanmasında
Avrupa standartlarını yakalayacak.
Az sonra koltuğuma gömülüp, keyifle
Cüneyt Arcayürek'in son kitabı
Demokrasi Döneminde 3 Adam'ı okuyacağım.
Orly Havalimanı'nın girişinde, gene
"diğerleri" yazılı bölme önündeki pasaport kuyruğuna gireceğim.
Ama hemen yandaki
"AB üyesi ülkeler" yolcu kuyruğuna artık buruk bakmayacağım.
Oradan da bir
"G" günü, vize sorulmadan sadece pasaportumun kapağını gösterip geçeceğimi biliyorum.
Bugün, şimdilik
Strasbourg'daki profesörün
kulağını çınlatmakla yetiniyorum.
Yazara E-Posta: gcivaoglu@milliyet.com.tr