Final maçı sonrası geç saatler... Otelin lobisinde sadece 8-10 kişi kalmışız.
Brezilyalı genç melez güzelden göz ve müzik tadımları ile hoş dakikalar yaşıyoruz.
Avusturyalı bir çift, Türk olduğumuzu öğrenince soruyor:
“Hangisini desteklediniz?”
Ağız birliği cevaplıyoruz:
“İspanya...”
Seviniyorlar.
“Biz de” diyorlar.
Bu kez biz soruyoruz:
“Almanlar sizin kuzenleriniz, aynı dili konuşuyorsunuz. Neden desteğiniz İspanya’ya?”
Bizi şaşırtıyorlar:
“Biz Almanları sevmeyiz. Bir anket yapın, bizim yüzde 90’ımızın Almanya’ya karşı İspanya’yı tuttuğumuzu görürsünüz.”
Almanya’da 3 milyon Türk var. Buna rağmen, bizim gruptaki gazetecilerin çoğu İspanya’yı tutuyordu.
Ben de onlardan biriydim.
Kuzen Avusturyalılar bile Almanya’nın karşısındaysa, bunun nedenlerini Almanlar düşünmeli.
“Nerede hata yapıyoruz?” diye araştırmalılar.
Ancak bunlar oralı değiller.
Tam tersine...
Dünyaya şöyle meydan okuyorlar...
“Bizi sevmediğinizi biliyoruz.
Ama... Bizim gücümüze, üstünlüğümüze saygı duyuyorsunuz.
Bu da bize yeter.”
Kategorik değilim.
Koskoca bir Alman ulusunun tümünü bir önyargı sepetine koymak da “ırkçılık” olur.
O nedenle elbette “Tüm Almanlar aynıdır” denemez.
Ama...
Küresel ters rüzgârlar da bir gerçek.
Bana gelince...
Akdeniz için 2 bin yıldır “Mare Nostrum (bizim deniz)” denir.
İspanya ile aynı suyun çocuklarıyız fakat bunun da ötesinde Almanya şansölyesi bayan Merkel’in Türkiye’nin AB üyeliğine, devletlerin “ahde vefa” temel ilkesinden makas değiştirerek karşı tavrı içime buz kestiriyor. Alman ulusunun da “Kuzuların Sessizliği” halini anlayamıyorum.
Son söz...
“Ulusal sorunda ulusal tavır alınır.”
ADALETİN BU MU?
Evet... Adaletin bu mu futbol? Finalde Türkiye için haykırıyor olabilirdik.
Iskaladık.
Olamadı.
Finale kalsaydık alabilir miydik?
Bilemiyorum.
İspanya çok farklı oynuyor.
Sanki sahadaki 11, ortak dişlilere bağlanmış “vitesli” oynuyor.
Ansızın hızlanabiliyor.
Zorlu savunmada “arazi vitesine” geçip topu söküyor.
Sonra...
Birden oyunu yavaşlatıyor.
Basketbol kadar başarılı top çeviriyor.
Şaşırtıyor.
Şampiyonanın “yenilmeyen” tek takımı.
Buna karşın... Finali oynasaydık, gene de şansımız olabilirdi.
Neden?
Bizim de “farklı” olmamızın ötesinde zaten “hangi sistemde oynadığımızı” bile henüz çözebilen tek koç yok.
Biz de İspanya’yı -belki- şaşırtırdık.
Ayrıca...
Finali oynamaya kadar geldiklerinde bizim çocuklar, kupayı almadan sahadan çıkmazlardı.
Hadi o kadar uçmayalım...
İnanarak söylüyorum ki, Türkiye’nin hakkı kesinlikle ikincilikti.
Hatalı 2 gol ve de dişi olan topun bu kez “üvey ana” rolü sonucu Almanya’ya takıldık. Finaldeki Almanya’yı seyrederken yeşil sahadaki “yavanlık” karşısında “Türkiye ile bu final çok daha renkli ve heyecan verici olurdu” diye düşündüm.
Gece bir süre Viyana sokaklarında ve gösterilerin yapıldığı katedralin önünde ayak sürdüm.
Öyle aman aman şenlikler yoktu.
Ne İspanyollarda ne de Almanlarda...
Maç öncesi 2 gün gösteriler çok daha renkli, canlı ve içtendi.
Finali biz oynasaydık, o meydan, o trafiğe kapalı cadde nasıl da dolar ve şenlenirdi...
ÇAĞIN GLADYATÖRLERİ
Futbol rüyası bitti. Büyünün etkisi zayıfladı.
Artık yaşamın gerçeklerine dönme zamanı...
Kadim Roma’da gladyatör dövüşleri halkın ilgisini, öfkesini, heyecanını ülke sorunlarından kopararak arenaların duvarları içinde tutardı.
Ülkeyi yönetenler, ekonomide, siyasette, sınır ötesi savaşlarda yıpranmaktan bu yöntemle kurtulmaya çalışırlardı.
Sonraları...
Modern zamanlarda arenaların ve gladyatörlerin yerini stadyumlar ve futbolcular aldı.
Özellikle diktatörler eski Roma taçlı başları gibi halka futbol büyüsü yaptılar.
Diktatörler birer birer yok oldular ama futbol virüsü hâlâ kanımızda dolaşıyor.
Son 1 ay o virüsün etkisi altındaydık.
Şimdi gerçeklere dönme zamanı olduğunu vurguluyorum.
Ancak...
Yoğun sorunlarla yüzleşirken geride kalan 1 ay bize önemli dersler verdi.
Ulusal pırıltıları yakaladığımızda tüm farklı kesimlerin nasıl omuz omuza geldiğini, kucaklaştığını keyifle yaşadık.
Sorunlara da bu gerçeğin bilinciyle yaklaşırsak, ayrılıklar yerine, “farklılıklardan bir bütün yaratmak” bilgeliğini gösterirsek, gerçeklere dönüşten hiç korku duymamak gerek.