Kabul etmek gerekir ki, sosyal medya denen şey, Facebook sayfaları, Twitter mesajları, hatta Instagram fotoğraflarıyla uğraşmak, bunların haberlerini teyit ettirmek, doğrusunu kanıtlarıyla birlikte aynı mecrada yayınlamak zaman alıyor. Günlük haberlerini sosyal medya yoluyla aldığını söyleyenlerin oranı o kadar hızlı artıyor ki, bireyler, kurumlar ve hükumetler bu kitleyi ihmal edemezler.
1960-70’lerde binlerce kilometre uzaktaki Vietnam savaşı, televizyonun kitlelere yayılmasını sağlayacak kadar ucuzlaması sayesinde, adeta her Amerikalının oturma odasında cereyan etmişti. Silah altında çocuğu olanlar, savaşa gönderilmesi muhtemel gençler ve aileleri, ilk kez gerçekleştirilen “canlı” yayınlar sayesinde savaşın içinde yaşıyorlardı. Amerikalılar, korku ve öfke içinde, ülkelerinin hiçbir çıkarı olmayan bu savaştaki mezalimi, Vietnam köylerinin napalm bombaları ile yakılmasını, sağlık ekibi yetişemediği için haykırarak can veren ABD askerlerinin dramını, çoğu zaman akşam yemeğini yedikleri sırada izliyordu.
Devir değişti; bu kez Avrupa, Bosna’da, Kosovada’ki savaşı akşamı beklemeden, 24 saat canlı izledi. Aynı şeye tüm dünya Afganistan ve Irak’ta tanık oldu. Internet ve özellikle
Stephen Kinzer Boston Globe gazetesinde “ABD’de yavaş çekim askeri darbe” başlıklı yazısını yazalı ve bütün dünya Trump yönetiminin o tarihten sonraki gelişimini sürekli bir cunta objektifinden görmeye başlayalı tam 7 ay oldu.
Kinzer’a göre, ABD’de dizginler üç generalin elindeydi: Deniz Piyade Kuvvetleri Komutanı James Mattis, emekli olmasına 7 yıl varken, ordunun izniyle Savunma Bakanı olmuştu. Emekli Orgeneral John Kelly, Trump yönetimi kurulurken, Yurt Güvenliği Bakanı olarak atandı; ancak Beyaz Saray’ın içine düştüğü kargaşaya son vermek üzere Beyaz Saray Genel Sekreterliği’ne getirildi. Bu makam, ABD’nin adeta başbakanlığı sayılır. Korgeneral H.R. McMaster, henüz emekliliğine çok yıllar bulunan bir diğer muvazzaf subaydı ve ABD Ulusal Güvenlik Başdanışmanı olarak atandı.
Bu üç subayın ortak özellikleri, Bush’ların Körfez Savaşları’nda ve Teröre Karşı Savaş adı verilen operasyonlarda önemli görevlerde ve çoğu zaman birlikte görev almış olmalarıydı. Şimdi bunlara, West Point askeri akademisi mezunu, orduda hep süvari olarak hizmet etmiş, hukuk doktorası ve kısa bir siyasetçilik döneminden sonra Trump tarafından Merkezi İstihbarat Dairesi (CIA) başkanlığına getirilmiş olan
Washin-gton’da oturan, Türkiye ile bağı sadece burada görev yapmış olmanın çok ötesinde bir eski büyükelçi, Donald Trump’ın başkan seçilmesinin en büyük zararının, Türkiye ile ilişkilerin büyükelçisiz “idare edilmeye” çalışılması olduğunu söylüyor. Sadece bu değil: Obama zamanında Savunma Bakanlığı uhdesine kaymış bulunan önemli “dosyaların”, halen askerlerin elinde kalmaya devam etmesi de Trump’ın kendi canının derdine düşmüş olmasından kaynaklanıyor.
Bu, artık o aşamaya vardı ki, aklı başındaki askerler bile Washington’u “hariciye desteği olmadan” idare eden askeri cuntaya karşı çıkmaya başladı. Amerikan Kara Kuvvetleri’ndeki dört yıldızlı 7 orgeneralden biri olan, NATO Avrupa Kuvvetleri (EUCOM) baş komutanı Mike Scaparrotti, ABD Senatosu’nda silahlı kuvvetler bütçesi görüşmeleri sırasında komisyonda yaptığı konuşmada, bir general için hiç de normal sayılmayacak sözler söyledi. “Türkiye gibi ABD’nin çıkarları ve hedefleri açısından önemli bir ülkede büyükelçi bulunmaması”nı kınayan Orgeneral Scaparrotti “Türkiye ile hem kısa vadede hem de uzun vadede ilişkilerin iyiye gitmesi gerektiğini” ancak Türkiye’de bir ABD büyükelçisi bulunmamasının bunu zora soktuğunu ifade etti.
Bunun
Cumhurbaş-kanlığı Dış İlişkiler Başdanışmanı Prof. Dr. Gülnur Aybet, önceki gün İstanbul’daki başkonsolosları bir araya getiren oluşum ile İngilizce Daily Sabah gazetesinin ortak etkinliğinde konuştu; Türkiye’nin DAEŞ ile mücadelede en etkili sonuç alan tek ülke olduğunu söyledi.
Gerçekten de Türkiye, 216 gün süren Fırat Kalkanı ile 216 gün süren operasyonla Suriye’nin kuzeyindeki Cerablus, Çobanbey ve El Bab bölgelerini içine alan 5 bin kilometrelik alanı, sahibi olan Arap, Kürt ve Türkmenlerin yönetimine bıraktı. Harekâtta TSK ve ÖSO 67 şehit verdi; 3 bini aşkın terörist öldürüldü.
Suriye hükümet birlikleri, Rus askerleri, Hizbullah milisleri, ABD’nin düzenli ordu haline getirmek için milyonlar harcayıp eğitip-donattığı PKK teröristlerinden kurulu SDG dahil, sahadaki bütün kuvvetler içinde, sadece TSK ve ÖSO kuvvetlerinin, sivil halka zarar vermeden DAEŞ’e karşı en etkili operasyonu yaptığını ABD de biliyor. ABD bunu, Fırat Kalkanı’ndan önce de biliyordu.
Prof. Aybet, konuşmasını kelime kaçırmadan not etmeye çalışan diplomatlara, “Türk halkının gerçek duygularını öğrenip başkentlerine aktarmaları gerektiğini” söyledi. Diplomatların cevap bulması gereken, Türkiye’deki herkesin, ama
Tarihçi Prof. Halil Berktay, “serbestiyet.com” internet sitesindeki “Guernica 1937, Guta 2018” başlıklı yazısında önce İspanya’nın Bask bölgesine isyancı faşist general Franco kuvvetlerinin Hitler ve Mussolini tarafından gönderilen desteklerle birlikte yaptıkları vahşi saldırı ve katliamı anlatıyor; sonra Guernica kasabasını Guta kentiyle karşılaştırıyor. Prof. Berktay şu sonuca varıyor:
“Birleşmiş Milletler’in 30 günlük ateşkes ilân etmesine karşın vahşet durmak bilmiyor. Suriye sağır, Rusya fütursuz. Caddelerden kan akmaya devam ediyor. Guta günümüzün Guernica’sı. Kim farkında? Dünya yine görüyor, görmesine. Ama bir Picasso’su da yok Suriyeli Müslüman Arapların. Ve kimse kılını kıpırdatmak istemiyor.”
El Cezire muhabiri, Guta’nın uydu görüntülerini yayınlıyor. Şam’a 15 kilometre mesafede ve savaş öncesi yarım milyon kişinin yaşadığı şehrin mahallelerinin adeta tümüyle yok olduğunu, caddelerden, sokaklardan iz kalmadığını görüyorsunuz fotoğraflarda.
Guta’yı bombalayanlar hala Beşar Esad’a sadık hava ve kara kuvvetleri birlikleri. Guta’da yerleşmiş olan muhalif grupların sayısı beş; toplam kuvvetleri 30 bin kişi civarında. Hepsi de Sünni kişilerden oluşuyor; bu gruplardan sadece
Avrupa ülkeleri arasında “Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesi” var. Türkiye, kendisi gibi bu anlaşmaya taraf olan Çek Cumhuriyeti’nden Türkiye’de mahkeme tarafından aranan bir sanık olan Suriye Demokratik Birlik Partisi (PYD) eski eş başkanı Salih Müslim’in iadesini istemiş ve Müslim, Çek polisi tarafından gözaltına alınmıştı.
Ancak Prag’da bir mahkeme, önceki gün, Türkiye’den gönderilen iade talep belgelerini inceledikten sonra Salih Müslim’i tutuklamadı; serbest bıraktı. Bu vesileyle ortaya çıktı ki Türkiye’de terör suçlusu olarak yıllardır aranmakta olan Salih Müslim’in Finlandiya’da oturma izni vardır ve Çek mahkemesi gerekli görseydi, sanığı Türkiye’ye iade etmek yerine, Finlandiya makamlarına da teslim edebilirdi. Ancak Çek yargıç ne onu ne de ötekini yaptı ve Salih Müslim’i Prag sokaklarına salıverdi.
Evet, Türkiye ile Çek Cumhuriyeti arasında karşılıklı suçluların iadesi anlaşması yok. Ama hem Türkiye hem de Çek Cumhuriyeti, daha önce bu çok taraflı anlaşmaya dayanarak hem birbirlerine hem de başka ülkelere çok sayıda sanık iade ettiler. Yani bu bir ilk olmayacaktı.
Avrupa ülkelerinin PYD’yi PKK’nın uzantısı veya kendi başına bir terör örgütü saymadıklarını biliyoruz.
Afrin’deki harekatın ve daha sonra yapılacağı artık hemen hemen kesinleşmiş olan Doğu Fırat operasyonunun, sadece Türkiye için değil aynı zamanda, İran, Irak ve Suriye için de yapıldığını anlamamak mümkün müdür? Belki Farsça’ya çevrilmedi, ama 2012’de Abdullah Öcalan adıyla yayınlanan “War and Peace in Kurdistan” (Kürdistan’da Savaş ve Barış) adlı kitapta, açık ve seçik Irak ve Suriye’nin “Dört parçayı birleştiren tek Kürdistan hayali” için harekete geçilmesi gereken ülkeler olduğu, bunu önce İran’ın sonra da Türkiye’nin izleyeceği yazılıyor. Bunu bilmek için bir terör örgütü kurucusunun kitap yazması da gerekmiyor. Sadece 1985’den bu yana PKK denen terör örgütünün nasıl geliştiğini incelemek yeterlidir. Bu örgütün nerelerde, ne tür örgütlenmelere gittiğine bakmak bile terör elebaşının “büyük planını” anlamak için gerekli tüm bilgileri sunabilir. Bu dört ülkede, ait oldukları geniş toplumun üyesi olarak yaşayan Kürt topluluklarının, istikbali olan gençleri nerelerde ve nasıl bir ölümün önüne ittiklerine bakmak, PKK’nın peşinde olduğu büyük tasavvuru açıklar sanıyorum.
Türkiye, Suriye’de oluşan kanton yapılanmasına karşı çıkmakla bu yapının Suriye’ye zorla dayatılarak, önce
Arap Birliği’nin (League of Arab States-Arap Devletleri Cemiyeti) varlığı 1945’e dayanır. 1944’te İngiltere’nin önderliğiyle, Arap ülkeleri arasında çatışmaları önlemek için imzalatılan 1944 tarihli İskenderiye Protokolü’ne taraf olan Arap ülkeleri güya aralarındaki anlaşmazlıkları görüşmeler yoluyla çözecekler ve ekonomik kalkınma amacıyla iş birliği yapacaklardı. Ama bunların hiçbiri gerçekleşmedi.
Bir iki yıl sonra İsrail devletinin temelleri atıldığında bazı üyeler desteklemeyi, bazıları karşı çıkmayı önerdiler. Kimi Birleşmiş Milletler’de İsrail’in kuruluşuna karşı çıkmayı, kimi sadece Arap topraklarının bölünerek bir de Arap devleti kurulmasını savundu. Ama ortak bir tavır alamadılar.
Pardon, ortak bir tavır aldılar! Türkiye’ye karşı ortak tavır aldılar. Türkiye’de işbaşındaki hükümet, Mart 1949’da İsrail tanıma ve diplomatik ilişkiler kurmaya karar verdiğinde Arap Ligi Türkiye’yi kınama kararı aldı.
Aradan zaman geçti; bu karara önayak olan Suudi Arabistan şimdilerde Arap ülkelerini İran ile ortak petrol ve doğal gaz sahalarını işletmek zorunda olan Katar’ı düşman ilan ediyor; diğer Arap ülkelerini, Katar’la ilişkilerini kesmeye, hatta ortak bir kuvvet oluşturarak, Katar’ı