"Vururdu," dedi Poyraz Musa."Biz de bozulduk," dedi, içini çekerek Üzeyir Han. "Biz şimdi değil Şeyh Şamili, babamızı bile arkasından kurşunlarız. Arkasından değil, uykuda bile vururuz. Sen şimdi benden nüfus cüzdanı mı istiyorsun?""İstiyorum.""Senin adın Poyraz Musa değil.""Değil.""Nüfus cüzdanına ne yazacağım, bu adını mı?""Bunu," derken tapuları cebinden çıkarıp Üzeyir Hanın önüne koydu."Ohhooo, sen nüfus cüzdanını çıkarmışsın bile Poyraz Musa.""Çıkardık Sultanım."Çekmeceden boş bir nüfus cüzdanı adı, katibi çağırdı, tapuyu, boş cüzdanı ona verdi," bunu tapuya göre doldur, mühürle getir."Katip çarçabuk gitti.
FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (6)
|
|
"Biz her gün, altı ay öncesine kadar yüz yüz elli cüzdan verirdik. Muhacirlerin cüzdanları olmuyor ki, olanlar da işe yaramıyor ki... Kimi Kafkastan, kimi Lazistandan, kimi, kimi Kürdistan, kimi cenuptan, Arap çöllerinden geliyor. Burada deve bacaklı Sudanlılara, bir dudağı yerde bir dudağı gökte zencilere de cüzdan verdim, yerleştirdik. Yalnız bu senin adaya kimsecikleri gönderemedik. Gönderdiklerimiz de üç gün sonra kaçtılar. Yahu Poyraz Musa, sana bir kahve bile ikram etmedik. Şimdi eve gideceğiz. Bu gece bizde kalacaksın. Bizim Hanım sana Çerkez yemeği yapar ki, birlikte parmaklarını yersin."Poyraz Musa, eve gitmemek için diretti ya Üzeyir Hanla başa mı çıkılır, ne yapsın, kabul etmek zorunda kaldı.Biraz sonra cüzdan geldi."Bir fotoğraf var mı?""Var," dedi Poyraz, iç cebinden cüzdanını çıkardı, içinden bir vesikalık fotoğraf aldı, Üzeyir Hana verdi.Üzeyir Han fotoğrafı zamkladı, mühürledi, imzaladı, Katip tarihi yazmamıştı, yazdı, "hayırlı, uğurlu olsun," dedi, uzattı. Poyraz Musa uzandı, masanın üstünde yatan, Hanın uzun parmaklı ellerini, kaçırmasına fırsat vermeden aldı öptü, üç kez de başına götürdü.Üzeyir Han telaşlandı."Haşa haşa, kimbilir sen hangi büyük soydansın... Haşa, haşa... Soylular, kim olduklarını kimseye söylemezler. Ben Han soyumu kimseye söylemiş değilim, ama insanlar kimin ne olduğunu derakap anlıyorlar. Söylemeğe gerek yok. Ben de senin ne olduğunu anladım.""Estağfurullah, estağfurullah efendim, sizin yanınızda biz kimiz ki... Sizin soyunuz, şecereniz İsadan evvel üç bin yılına kadar çıkar.""Hayır, hayır, yanlış. Üç bin değil, yanlış... İsadan evvel yedi yüz yılına kadar ancak çıkar. Tevatür, üç bin yılına kadar çıkmamız, tevatür.""Olsun, dünyada şeceresi İsadan önce yedi yüz yılına kadar çıkan bir soy var mı? Böyle bir soy ancak Kafkas dağlarında bulunur.""Haklısınız. Ancak Kafkas dağlarında... Haydi kalkalım."Kalktılar, kapıda sen önce, ben sonra çıkacağım, diye epeyce bir didişme olduktan sonra Poyraz Musa baskın çıktı, önce Üzeyir Han çıktı odadan dışarıya. Avlu kapısında didişmediler. Ev yakındı. Avluya gelir gelmez, daha çıngırağı çalmadan, kapı açıldı. Üzeyir Han Poyrazı hızla içeriye itti. Evin kapısında da böyle oldu. Kapıda onları buruş buruş, tertemiz giyimli, beyaz başörtülü, uzun boylu bir kadın karşıladı, güleç, sevinç içinde."Hoş geldiniz oğlum, sefalar getirdiniz. Sizin geldiğinizi bana Üzeyir Han
haber verdi. Gelemeseydiniz çok üzülecektim. Duydum ki burada bir ada almışsınız.""Vallahi Hanım, istese bütün adayı ona veririz. Sadece bir evle bir değirmen...""Bizim çocuklarımız da senin yaşında evladım. Han babaları onlara dedi ki, çiftlik mi istersiniz, bağ bahçe mi, ada mı, köşk mü gelin de alın. İstemiyorlar. Ne varsa o İstanbulda, ayrılamıyorlar. Biz de burada karı koca hasretlikten ölüyoruz. Senin baban anan nerde yavrum?""Taaa uzaklarda, Toros dağlarının üstünde, Uzunyaylada.""Vah, vah evladım, vah! Ne varmış ki o uzun yerde, insan buraya gelmez mi ki? Bakın şu eve..."Ev deniz kıyısında, büyük bir bahçenin içindeydi. İki katlı ve beyaza boyanmıştı. İkinci kata meşe ağacından, cilalanmış dönen merdivenlerle çıkılıyordu. Perdeler mavi kalın kumaştandı."Hayırlı olsun, eviniz çok güzel Hanımefendi.""Çok güzel de söz mü? Han amcana sor, bu ev bile bize göre değil, diyor. Han amcanın Kafkas dağlarında sarayları varmış. Çok eski, hem de sırçadan.""Amaaan Hanım, sen de bir duyduğunu unutmaz da unutmazsın. Mazide kaldı bütün bunlar, hanlar hamamlar, saraylar, mazide...""Varsın kalsın. Saray, Han sarayı değil mi? O da bizim değil mi? Bin sene orada yaşamadık mı?""Kim biliyor, kim görüyor sarayı, soyu?""Kimse görmesin, bilmesin ne olacak yani. O saray bizim sarayımız, değil mi. Çocuklarımız bunu anlamıyorlar. Han soyu olduklarını bile bilmiyorlar, inanmıyorlar.""Bilmesinler," diye öfkeyle bağırdı Üzeyir Han. "Sanki benim Han soyumun onlara ihtiyacı var. İnanmasınlar."Poyraz Musaya döndü:"Söyle evladım, Kafkas kartallarının hanları, Osmanlı padişahlarına, İran şahlarına benzerler mi?""Kafkas Hanları bu dünyada Hanken, Osmanlı Padişahları, İran Şahları, Rus Çarları birer keçi çobanıydı Hanımefendi anne. Varsın bizim kim olduğumuzu kimse bilmesin, ne değişir ki...""Ben çocuklarımı özledim evladım. Han amcan İstanbula gitmek istemiyor, onlarsa buraya gelmiyorlar. İki arada bir derede kaldım evladım. Hanlık, padişahlık onların umurlarında değil. Burada da Üzeyir Hanın Han olduğunu herkes biliyor. İstanbulda ne bilecekler ki...""Bilmesinler," diye bağırdı Üzeyir Han. "Varsın bilmesinler. Bizim Hanlığımızın da onlara ihtiyacı yok. Bak şu kartal yavrusuna, beni demiş de, Hanımız demiş de bana gelmiş."Hoş gelmiş, sefalar getirmiş," diye sevindi Hanım."Sana her zaman söylerim ya Hanım. Benim tebam, benim oğullarımdan daha değerlidir.""Öyle deme Han, öyle deme. Evlat başkadır Han. Evlat ciğerdir.""Tebamız da daha başkadır Hanım, Hanım. İşte, tebası olmayan benim gibi olur. Buralarda benim gibi sürünür.""Estağfurullah Han, estağfurullah. Göl yerinden su eksik olmaz. Siz gene bütün insanlığın Hanısınız.""Gene de evlat evlattır. Onlar hiç aklımdan çıkmıyor. Yüreğim yanıyor.""Hanlığımız, sarayımız aklıma düştükçe benim de yüreğim yanıyor.""Benim de," dedi Hanım, "benim de... Hanlığı elinden alınmış kişi hiç unutur mu o Hanlık günlerini.""Aman Hanım," diye posbıyıklarını sıvazladı Üzeyir Han. "Hanlık manlık iyi ama insan insan olmalı."Hanım kalktı, aşağı indi, biraz sonra oradan
kap kacak sesleri geldi."İçer misin evladım?""Biraz efendim.""Birazı mirazı yok, adam gibi içelim evladım.""Adam gibi içelim Hanım, efendim."Akşam olup gün kavuşuncaya kadar eski günlerden, Kafkasyanın görkeminden söz ettiler. Üzeyir Han, şeceresindeki bütün Hanları, bir tekini bile kaçırmadan, adları sanları, yaptıkları ettikleri, tekmil maceraları, erişilmez kahramanlıklarıyla, İsadan önce yedinci yüzyıla kadar, teker teker saydı döktü. Dedelerinin bütün hünerlerini, ne biçim kılıçlar kuşandıklarını, boyları poslarını, gözlerinin rengini, kartal burunlarını, atlarını, atlarının cinslerini, soylarını, en ince ayrıntısına kadar her bir şeylerini bir bir biliyordu.Poyraz Musa buna şaşıp kaldı ve bir daha onun Han soyu olduğuna inandı iman etti. Yoksa herhangi bir insan bu kadar bilgiyi nereden, nasıl edinirdi."Kafkasyanın tarihi insanlığın tarihidir."Ateşi tanrılardan çalıp da insanlığa armağan eden kişi kim, bir Akdenizli. O ateşi çalıp da insanlara verince ateşin sahipleri tanrılar ne yaptılar, gazaba geldiler, ateş hırsızını cezalandırdılar. Cezası neydi, onu aldılar götürdüler Kafı Kuhinin en uzak, göğü delmiş doruğundaki sivri, çakmaktaşından ustura gibi keskin kayalığa ellerinden ayaklarından ağır zincirlerle bağladılar. Kartallar, her sabah geliyorlar, onun ciğerinden bir parça alıp gidiyorlardı. İşte, Kafkas dağının halkları bundan, bir gün haberdar oldular. Bir insana tanrıların böylesine zulmetmesi ağırlarına gitti. Ama ne yapabilirler, çıkılmaz inilmez dağın en sarp, en yüce doruğundaki insanı nasıl kurtarabilirlerdi. Biliciler, bilim adamları, Hanlar, Beyler, hocalar, imamlar, papazlar hep bir araya geldiler, bir çare düşündüler, araştırdılar, dağ çok yüksekti, sarptı, şimdiye kadar hiç bir insanın ayağı dağın doruğuna değmemişti. Ne yapmalıydı?Ne yapsınlar, ne yapacaklar, ne edecekler, ateşi kendilerine armağan eden bu insanoğlunun en hırsızını, hırsızların pirini tanrıların, ciğer yiyen kartalların elinden kurtaracaklar.Sonunda, dağa yol yapmağa karar verdiler. Kafkasta ne kadar demirci varsa, başladı çalışmağa. Kayaları kırmak için yüzlerce binlerce külünk yaptılar. Kafkas halkı yediden yetmişe dağa sıvandı. Yıllar sürdü dağla insanlığın savaşı ve bir gün yol doruğa kadar çıktı. Ateş hırsızı onları gördü. Teni yanmış, bakır rengi olmuştu. Göğsü de kan içindeydi. Kanı, bütün kayayı kana boyamıştı. Sakalı uzamış, göğsüne kadar inmişti. İnsanlar yanına kadar çıkınca duru, mavi, iri gözleri sevinçten yaşardı. "Biliyordum," dedi, "ben bu insan soyunu biliyordum. Bir gün ne yapıp edip beni buradan kurtaracaklarını biliyordum," dedi. Sevinç içinde şakıdı. Kızgın tanrılar bu işe hiç şaşmadılar. Tanrılar da insanoğlunun bir gün ateş hırsızını kurtaracağını biliyorlardı.Ve insanlar, ateş hırsızının zincirlerini söküp onu aşağıya, düze indirdiler. O gece bütün dağların doruğunda, ovalarda, denizlerde, sularda, bütün yeryüzünde ateşler yandı. Yeryüzü apaydınlık oldu, kırk gün kırk gece.İşte Kafkaslılar, yavrum, böyle kişilerdir. Bizim atalarımız, insanlığa bu en büyük iyiliği yapan kişiyi, kıyamete kadar sürecek bir işkenceden böylece kurtarmışlardır. Bütün
dünya tarihleri bunu böylece yazar.Poyraz Musa, Üzeyir Han konuştukça ona biraz daha, bir daha hayran kalıyor, büyümüş, koskocaman olmuş gözlerini onun ağzından alamıyordu.Kafkas insanları tanrılara bile başkaldırmışlardı. Başkaldırmayı unutunca da köleleşmişler, dünyanın dört yanına dağılmışlardı. İşte böylece Hanları da köhne bir kasabada Nüfus Memurluğu yapıyordu. Ateş hırsızını tanrıların gazabından kurtaran halk şimdi ne halde!Önce çeşmibülbül sürahi kondu masaya. Masanın ortasında mavi bir çiçek açtı. Poyraz Musanın içi sevinçten dolup taşıyordu. Sonra rakı kadehleri geldi. Beyaz peynir, süzme yoğurt, ceviz içi, humus, Çerkez Tavuğu, daha başka Kafkas yemekleriyle de donandı masa."Buyur evlat, masaya. Sulu mu susuz mu?""Susuz, Han Hazretleri."Üzeyir Han, onun Hanlığına canı yürekten inanmış bu genç adamdan dolayı mutluydu. Ağır ağır, gülümseyerek, kadehlere rakıyı, suyu da koydu."Haydaaaa, Kafkasyanın şerefine!""Kafkasyanın!""Buraya, benden sonra ilk gelen Kafkaslı sensin. Senin şerefine.""Ellerinizden öperim Üzeyir Han."Kadehleri tokuşturdular.Hanım da geldi masaya oturdu."Sevgili Han, bir kadeh de bana doldur.""Başüstüne. Hanım böyle hususi günlerde çok güzel içer."Aman, kimsecikler duymasın. Bu kasaba çok tutucudur. Erkekler içer de, kadınlara gelince kıyamet kopar. Haydi şerefe. O hırsız mı ne, onun şerefine. Hani biraz önce anlatıyordun ya kuşlar mı yiyormuş ne. İşte onun şerefine.""Hırsızın şerefine," dedi, Üzeyir Han gülerek. Yüzünden, gözlerinden, ellerinden, tepeden tırnağa mutluluk taşıyordu. "Ala karlı Kafkasın şerefine,"Hanın sevinci Poyraz Musayla Hanıma da geçti.Han iyice açıldı. İçindeki bütün setleri yıktı, konuşuyordu. Hanım kocası böyle coşkun konuştukça çok rahatsız oluyordu. Çünkü o, hiç olmamış şeyleri de olmuş gibi söylüyordu. Bütün olan bitenleri, hiç ayrılmadan birlikte yaşamışlardı, her şeyi, böyle coşunca abartıyor, süslüyor, iyi yönünden alıyor, düpedüz uyduruyordu. Hele şu Abdülvahap sümsüğünü gökyüzüne çıkarıyordu. Oysa, onu şeytanı kadar sevmiyordu. Böyle günlerinde, rakıyı da çekince Abdülvahabın bir ermiş olduğuna kendi de inanıyordu. Herkesi de inandırıyordu. Bu küçücük evi de yere göğe koyamıyordu. Güzel, temiz, yepyeni bir ev. O kadar. Bu ev, bir bakıyordun, Çeçenistandaki dedesinin sırça sarayı oluvermiş de çıkmış. Gene evden, Abdülvahap Beyden söz edecek, diye ödü kopuyordu. Neyse ki bu delikanlı ona bir iyice hayrandı.