İlber Ortaylı

İlber Ortaylı

Tüm Yazıları

Japonya bazı “ilk”lerin ülkesidir. Mesela yeryüzünde bugüne kadar bilinen ilk seramik Japon adalarında imal edilmiştir; 13 bin yıl önceye, “Jyomon” denen döneme uzanmaktadır. Tabii bu çömlekçi çarkı olmadan, elle şekillendirilip fırınlanan ve yemek pişirmek, tahıl saklamak için kullanılan cinstendir. Sonraları yüzeylerine kazıma tekniği ile süslemeler de yapılmıştır.
Japonya yaygın okuma-yazmanın da ilk ülkesidir. 18’inci asırda halkın ortalama yüzde 35’i okuma-yazma biliyordu. Kadın ve erkek okuryazarlık oranı birbirine yakındı ve bu süreç okuldan çok din adamlarının ve samuray denen köy ve mahalle baronlarının öğretmenliği ile başarılmıştı. Bu oran 18’inci yüzyıl için Avrupa’dan da çok yüksektir.
Bildiğimiz porselen ise Japonya’ya Çin’den de, Kore’den de, hatta Osmanlı ülkesinden de daha geç girdi. 1610’larda Koreli Ryi San Pei porselen sanayiini Japonya’ya soktu. Güneyde Kyushu bölgesindeki Arita’nın kaolin kaynakları porselen için en iyi niteliğe sahipti. Bu bölgede onun kurduğu porselen imalatı kısa zamanda önce bölgedeki samurayların ilgisini çekti, vergileri porselenle almaya başladılar. Tabii onların Edo’daki (Tokyo) Şogun yönetimine vereceği haraç da bu porselenlerle verilmeye başladı.

Haberin Devamı

Japonya’da porselen turu


Prof. İlber Ortaylı XIV. İmaemon usta ile çinileri inceliyor.

Sıtkı Olçar’ı şahsen tanıyorlar
Kısa zamanda Japonya’nın dışarıdaki tek ticaret bağı olan Hollandalılar Arita’nın nehirden denize ulaştığı noktadaki İmari noktasından bu porselenleri almaya başladılar. Onun için Japon porselenleri dış dünyada yapıldığı yer olan Arita değil de “İmari” ismiyle tanınıyor. Tabii müşteri velinimettir; Japon porseleni kendi renk ve çizgileri baki kalmak şartıyla Avrupalıların zevkine göre biçimlenmeye başladı. Kasım ayında, Arita’nın pastırma yazında bu şehri gezmek bir zevk. İstisnasız bütün Arita geleneksel mimari ile yaşamını sürdürüyor; sadece kent değil etraftaki ormanlar da... Arita’daki müze uyumun ve korumacılığın şaheseri. Gelenek bu kadarla kalmıyor; ünlü yaşayan değer Sakaida XIV. Kakiemon’un imalathanesindeki fırın halen çam odunlarıyla kızdırılıyor. Bunun porselen için en özgün pişirme tekniği olduğuna inanılıyor.
Hollandalı olmadığımız için özgün Kakiemon motifi tercih ettik. Sade güzel çizgiler, mayıs ayında fuar olduğunda imalathanelerin caddesi çeşit çeşit porselenle doluyormuş. En çekici, tutkulu ve zahmetli alışveriştir. Japon porseleni Çin değil, İznik de değil ama asırlardır ana hatlarını korurken üslup ve renkliliğini değiştiren bir sanat.
17’nci asırdan beri çalışan Kakiemonlar bugün “XIV.” unvanını ve seçkin hazine rütbesini taşıyan Sakaida usta ile temsil ediliyor. Sakaida Kakiemon Topkapı Sarayı’na hayran. Keşke gelse de bizim çinileri birlikte seyretsek ve değerlendirmesini dinlesek. Ondan daha genç İmaizumi İmaemon da XIV. İmaemon unvanını taşıyor. Yüksek sanatkarlar kuruluna sunacağı, yaşayan hazine unvanını elde edeceği eseri geliştirmekle meşgul.
Bir sanatın ölmemesi için hem geleneğe sadık kalması hem de kendini tekrarlamaktan vazgeçip yenilemesi gerekir. Arita’nın ustaları bunu başarıyor. İstanbul aşığı bir usta daha var. Arita’nın Japon modernleşmesinden beri devletin porselen hediyelerini üreten sülalesinin son sanatçı temsilcisi İwao Fukagawa ile görüşürken bu görülebiliyor.
Sanayi demek tekdüzelik demek değil. Kitlesel üretim demek de ucuzluk demek değil. Yaşam basit, bu adamlar sokaktakiler kadar sade yaşıyor. İsviçre’nin ünlü saat ustaları kadar mütevazılar, para onlar için en önemli şey değil; önemli olan isim ve üsluplarının yaşaması. Arita’da da insanlar hırslı ve çalışkan ama kalıcılığın dinginlik ve kurallara saygı ile mümkün olduğunu biliyorlar.
Geçenlerde vefat eden Sıtkı Olçar’ı biliyorlar, hatta şahsen tanıyorlar; geleneksel bir hayat süren bu ustaların dünyayı bu kadar takip etmeleri başarılarını açıklıyor. Japonya’da Arita’dayız ama zaman zaman kendimi Kütahya’da sanabiliyorum. Sakaida Kakiemon ustayı Bursa’ya da davet ediyoruz. Ama ne Bursa’yı ne de Kütahya’daki çevreyi Aritalılar gibi titizlikle koruyamadığımız açık.

10’uncu yıldönümü

2000 yılının aralık ayında, o zamanki genel yayın yönetmenimiz Mehmet Y. Yılmaz Milliyet Pazar ilavesinin teşkilini planlamıştı ve bence uygun kurucu kadrosunu da buldu. Basında aynı ilaveyi 10 yıl boyu yöneten ve çalışan bir kadro az bulunur. Doğrusu Deniz Alphan ve İlke Gürsoy’un bu işi hadisesiz götürdüğünü söylemeliyim. 10 yıl boyu haftalık yazılarımın konularını bile tartışıp planladık; hele şu son senelerde iki-üç yazı planlayarak sayfayı ele geçirmeye (!) çalışınca “Reklama yer kalmıyor” dediler, o zaman “Kadın çorabı reklamı olsun mu olmasın mı?” gibi tartışmalar yaptık. İlke, Türkçeye dikkat eden son adamlardandır. Deniz de mutfak tarihimize yaptığı katkıların yanında sabır küpü olan son hatunlardandır.
İlk yazım gençlerin dış göçüydü. Türkiye kadar okumuşlarını ve sermayedarlarını mütemadiyen ihraç eden ülke az bulunur. Bunun siyasi idari bünyedeki sakatlıklarda yatan nedenleri vardır ama benim bir zamandır tartışmasına girdiğim Beyaz Türklükle ilgisi daha ağırlıklıdır. Beyaz Türklerin bir yere aidiyet duymaları yetmez, sahip olmaları gerekir (Bizimkilerde ikisi de azdır). Maalesef kendisine Beyaz Türk denenler buraya sahip olmayı becerememiştir, sıkışınca kolayca dışlıyorlar. Nüfus ve modernleşme geçmişimizle orantılı biçimde de dışarıda mevki ve para sahibi değiliz. Dünyadaki mevcudiyetimiz gövdemizle orantısız.
Yazılarda günlük politikadan uzak kalmaya çalıştım. Nedenlerini söyleyeyim. Birincisi, haftalık yazıda günlük politika çok yapılamaz. İkincisi de etrafımızdaki tarihi, coğrafyayı ve kültürel çevreyi ve mevcut yıkımı vurgulamaya çalıştım; asıl görevim budur. Umut ederim ki daha uzun yıllar okuyucularımıza hitap edebilirim ve illa da bu hitap işini sevdiğim dostlarımla ve genel yayın yönetmenimiz Tayfun Devecioğlu ile bir arada çalışarak yürütebiliriz. İyi yıllar ve sağlıklı günler diliyorum.