Japonya bazı “ilk”lerin ülkesidir. Mesela yeryüzünde bugüne kadar bilinen ilk seramik Japon adalarında imal edilmiştir; 13 bin yıl önceye, “Jyomon” denen döneme uzanmaktadır. Tabii bu çömlekçi çarkı olmadan, elle şekillendirilip fırınlanan ve yemek pişirmek, tahıl saklamak için kullanılan cinstendir. Sonraları yüzeylerine kazıma tekniği ile süslemeler de yapılmıştır.
Japonya yaygın okuma-yazmanın da ilk ülkesidir. 18’inci asırda halkın ortalama yüzde 35’i okuma-yazma biliyordu. Kadın ve erkek okuryazarlık oranı birbirine yakındı ve bu süreç okuldan çok din adamlarının ve samuray denen köy ve mahalle baronlarının öğretmenliği ile başarılmıştı. Bu oran 18’inci yüzyıl için Avrupa’dan da çok yüksektir.
Bildiğimiz porselen ise Japonya’ya Çin’den de, Kore’den de, hatta Osmanlı ülkesinden de daha geç girdi. 1610’larda Koreli Ryi San Pei porselen sanayiini Japonya’ya soktu. Güneyde Kyushu bölgesindeki Arita’nın kaolin kaynakları porselen için en iyi niteliğe sahipti. Bu bölgede onun kurduğu porselen imalatı kısa zamanda önce bölgedeki samurayların ilgisini çekti, vergileri porselenle almaya başladılar. Tabii onların Edo’daki (Tokyo) Şogun yönetimine vereceği haraç da bu porselenlerle verilmeye başladı.
10’uncu yıldönümü
2000 yılının aralık ayında, o zamanki genel yayın yönetmenimiz Mehmet Y. Yılmaz Milliyet Pazar ilavesinin teşkilini planlamıştı ve bence uygun kurucu kadrosunu da buldu. Basında aynı ilaveyi 10 yıl boyu yöneten ve çalışan bir kadro az bulunur. Doğrusu Deniz Alphan ve İlke Gürsoy’un bu işi hadisesiz götürdüğünü söylemeliyim. 10 yıl boyu haftalık yazılarımın konularını bile tartışıp planladık; hele şu son senelerde iki-üç yazı planlayarak sayfayı ele geçirmeye (!) çalışınca “Reklama yer kalmıyor” dediler, o zaman “Kadın çorabı reklamı olsun mu olmasın mı?” gibi tartışmalar yaptık. İlke, Türkçeye dikkat eden son adamlardandır. Deniz de mutfak tarihimize yaptığı katkıların yanında sabır küpü olan son hatunlardandır.
İlk yazım gençlerin dış göçüydü. Türkiye kadar okumuşlarını ve sermayedarlarını mütemadiyen ihraç eden ülke az bulunur. Bunun siyasi idari bünyedeki sakatlıklarda yatan nedenleri vardır ama benim bir zamandır tartışmasına girdiğim Beyaz Türklükle ilgisi daha ağırlıklıdır. Beyaz Türklerin bir yere aidiyet duymaları yetmez, sahip olmaları gerekir (Bizimkilerde ikisi de azdır). Maalesef kendisine Beyaz Türk denenler buraya sahip olmayı becerememiştir, sıkışınca kolayca dışlıyorlar. Nüfus ve modernleşme geçmişimizle orantılı biçimde de dışarıda mevki ve para sahibi değiliz. Dünyadaki mevcudiyetimiz gövdemizle orantısız.
Yazılarda günlük politikadan uzak kalmaya çalıştım. Nedenlerini söyleyeyim. Birincisi, haftalık yazıda günlük politika çok yapılamaz. İkincisi de etrafımızdaki tarihi, coğrafyayı ve kültürel çevreyi ve mevcut yıkımı vurgulamaya çalıştım; asıl görevim budur. Umut ederim ki daha uzun yıllar okuyucularımıza hitap edebilirim ve illa da bu hitap işini sevdiğim dostlarımla ve genel yayın yönetmenimiz Tayfun Devecioğlu ile bir arada çalışarak yürütebiliriz. İyi yıllar ve sağlıklı günler diliyorum.