Kadri Gürsel

Kadri Gürsel

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Mehmet Ali Birand’ın geçen salı günkü yazısının başlığı “Bana emretme komutanım” idi...
“Artık askerin görevleri konusunda yol ayrımına geldik” diye yazmış Birand...
Şu satırlar da o yazıdan: “Ak Parti’nin iktidara geldiği günden bu yana sivil-asker çekişmesi giderek arttı. Asker AKP’yi sevmedi, kuşkulandı ve engellemek istedi... AKP de askeri kışlaya sokmaya çalıştı. Açık şekilde ‘Bana emretme komutanım’ dedi.”
Doğruya doğru...
Sivilleşiyoruz da... Bu nasıl bir sivilleşme?
Mesela, askeri darbeler dönemini ebediyen geride bırakarak mı sivilleşiyoruz?
Bu, sivilleşmemizin kışkırttığı sorulardan sadece biri... “Cevap anahtarı” ise 24 yıldır kitaplıklarda duruyor.
Mehmet Ali Birand, “Bana emretme komutanım” diye başlık atarak kendi kitabına, 1986 tarihli “Emret Komutanım”a selam göndermiş...
O kitap, alanında tektir. Türk ordusunun “ruh, beyin ve gövde haritası”nı çizer...
Askerin, gerektiğinde ülke yönetimine el koyma hakkını kendisinde görmesine yol açan ne tür bir endoktrinasyon ve ideolojidir? Bunu anlamadan ve bu ideolojiyi üreten kaynağa el atmadan, “Darbeler dönemi kapandı” demek için henüz erken.
“Emret Komutanım”ı tekrar elime aldım...
Ve harp okullarında verilen eğitim konusunda, Genelkurmay’ın bir “en üst düzey yöneticisi”nin ne dediğini okudum:
“Askerin kendisini bulması, kendisini sivilden üstün görmesi, memleketçilik, şoven olmayan milliyetçilik, gerçek Atatürkçü düşüncenin ince noktalarını anlayabilmesi ve yurdu için ölebileceğini kabul etmesinden kaynaklanır. (...) Sivilde ise bunların hiçbiri verilmiyor... Aynı hamurdan biz güzel bir testi yapıyoruz, sivil ise kötü bir ibrik...”
Kendilerini sivillerden üstün görenler ve astlarını da böyle yetiştirenler, demokrasiyi kaçınılmaz olarak küçümserler...
Birand, harp okulunda aldıkları eğitim sonucunda öğrencilerin “Türkiye’nin siyasi hayatında oynayabilecekleri bir rol olduğunu zamanla anladıklarını” yazmış...
Bu zihniyetin yetiştirdiği bir Harp Okulu son sınıf öğrencisiyle, darbecilik üzerine yaptığı konuşma ise ibretlik...
Harbiyeli anlatıyor: “Harp Okulu’na girerken, ordunun gerektiğinde müdahale etmesinin normal karşılandığını biliyordum. (...) Tam anlayamadığım, bu müdahalelerin hangi gerekçeye dayandırıldığı ve hangi koşullar oluşursa müdahale edilmek zorunda kalındığı idi.”
Birand soruyor: “Şimdi burada öğrenebildin mi?”
Harbiyeli: “Tabii, artık biliyorum.”
Birand: “Ne zaman müdahaleye hak görürsün?”
Harbiyeli: “Eğer laiklik elden gider ve ülke şeriata kayma tehlikesine girer (...) veya bölücü akımlar, açıkçası bir Kürt devleti filan kurulmaya kalkılır da siyasiler bunu önleyemeyecek biçimde kendi çıkar kavgalarını sürdürürse, müdahale ederim. Üstelik bu benim görevimdir.”
Aradan çeyrek asır geçtiğine göre o Harbiyeli şimdi yarbay olmalı... Bir-iki sene sonra albay olacak. Dünya görüşü değişmiştir belki... Ama ortaya çıkarılan cuntalardan o genç Harbiyeli gibi daha nicelerinin bugünlere değişmeden geldiklerini anlıyoruz.
Bugünkü kutuplaşmanın her iki ucundaki siyasi ve toplumsal aktörlerin, kendilerini kurtarıcı sananlar için davetkâr koşulların doğmasını önlemeleri şarttır. En geniş tabanlı bir demokrasi mutabakatının sağlanmasından geçer bunun yolu...
Bu mutabakat yoksa, “kozmik oda”ya girmek Türkiye’yi darbelerden korumaz. Ama o mutabakat sağlandıktan sonra, darbeler dönemini tamamen kapatmak için mutlaka Harbiye’ye girilmeli ve “Hoca, sen ne anlatıyorsun bu çocuklara?” diye sorulmalıdır!