Dahi fizikçi Stephen Hawking, ‘Zamanın Kısa Tarihi’ adlı kitabının ilk paragrafında eğlenceli bir öykü anlatır: “Günlerden bir gün ünlü bilim insanı (söylentiye göre Bertrand Russell) astronomi üzerine halka açık bir konferans veriyormuş. Dünya’nın Güneş etrafında, Güneş’in de galaksi denen uçsuz bucaksız yıldızlar kümesi etrafında nasıl döndüğünü anlatmış. Konuşmasının sonunda salonun en arkasında oturan ufak tefek yaşlı bir kadın ayağa kalkmış ve ‘Bütün söyledikleriniz saçma sapan şeyler. Aslında, Dünya devasa bir kaplumbağanın sırtında duran düz bir tabak gibidir’ demiş. Bilim insanı ise gülümseyerek: ‘Peki, ya kaplumbağa neyin üstünde duruyor?’ diye sormuş. Yaşlı kadın ise, ‘Sen çok akıllısın delikanlı, çok akıllı ama ondan aşağısı hep kaplumbağa zaten!’ demiş.”
Ben de hangi saate baksam aklıma işte bu öykü geliyor. “Saatlerin hepsi birer kaplumbağa” diyorum ve kaplumbağalar dayanıklı kabuklarının
Londra’da bulunan antik Çin sanat eserleri konusunda dünyaca tanınmış Eskenazi galerisinin sahibi, Paul Cézanne hayranı ve İstanbul doğumlu Giuseppe Eskenazi’nin çok sevdiğim bir sözü var: “Cézanne, bakmaya hazır olan herkese çok şey vermiştir.”
Aynı şey saatler için de geçerli. Yazar Şule Gürbüz bir dergide “Elektronik saatler çıktı ama mekanik saatin yerini almadı. Mekanik saat her zaman için daha pahalıdır, elde etmesi daha zordur. Ona ulaşmak daha görgü, daha kültür ister, başka türlü bir insan ister” diyordu.
Tombul bir saat
Sözü benimle yaşıt saatime getireceğim. 1970’lerin başında üretilmiş dikdörtgen biçimli mekanik bir Tissot (Seven Automatic). Kasası ayna gibi parlatılmış tombul bir saat. Zor günler geçiren emektar saatimi bakım ve tamir için Tevfik Aydın’a bırakmıştım. Saat müthiş bir bakımdan geçti, kadranı yenilendi, mekanizması elden geçti filan derken tekrar eskisi gibi çalışmaya başladı.
Tissot’mu ne zaman
Eğer kapağı koruyan bir şömizi yoksa çok sevdiğim değerli kitaplar için kalınca bir kâğıttan şömiz hazırlıyorum. Şömiz, Fransızca gömlek anlamına gelen bir sözcük olan chemise’den Türkçeye gelip yerleşmiş. Gerçi henüz bu konuda iyi değilim, yaptığım bütün şömizler çok amatörce görünüyor ama olsun hevesliyim. Bence bütün iyi kitapların şık bir “gömleği” olmalı. “Zeren Tanındı Armağanı” da bu türden çok kıymetli bir eser.
Armağan kitap, adını taşıyan kişiye duyulan saygıyı ve sevgiyi gösterir ve içinde birçok ciddi makale yer alır. “Zeren Tanındı Armağanı” kapağında görülen “İslam Dünyasında Kitap Sanatı ve Kültür” ibaresi bulunuyor. Hiç şüphesiz benim gibi bu konunun meraklılarını cezbedecek bir alt başlık.
Günümüzde kitaplar dümdüz basılıyor, zaten “baskı” demek el emeğinin azaldığını, otomatik yapılan işlemlerin çoğaldığını ifade eder. Dolayısıyla “kitap sanatlarını”
Yıl 1994, Milliyet gazetesinin binasından içeriye girdim, danışmada bulunan Zehra Hanım’dan onay aldım. Sonra geniş bir alanda ilerledim ama birkaç adım atar atmaz iki üç katlı büyük bir bina yüksekliğinde dev bir baskı makinesiyle karşılaştım ve hayretler içinde kaldım.
Sonradan bu manzaraya alıştım. Akşama doğru insan boyunda kâğıt bobinleri getirilir günün ilerleyen saatlerinde gazete baskıya girerdi. Dev bir camekanın arkasından yıldırım hızıyla bobinden yükselen kâğıdın dönerek ilerleyişini izlemek müthiş zevkliydi. Baskı aşamasından sonra sayfaların hızlıca kesilip katlanıp gazete formuna dönüşümünü sonra yine binlerce gazetenin hızla arka tarafa doğru dörtnala koşturmasını, gazetenin logosunun gözle takip edilemeyecek şekilde binlerce kez geçit töreninde bulunmasını ve nihayet paketlenip kamyonlara götürüldüğü yere doğru uzaklaşmasını görmek zihnimde tuhaf bir karıncalanma oluştururdu.
İpekçi’nin fotoğrafı
O zamanlar prepress katı vardı, teknik ekipten arkadaşlar ışıklı masalar üzerine eğilip
"İnsanlar hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırlar” diyen Milan Kundera, “Yavaşlık” adlı kitabında yavaşlamanın getirdiği yoğun duyguların günlük hayatımızdaki yokluğu üzerine düşünüyordu. Not almak için de yavaşlamaya ihtiyaç var. Bence küçük bir defter, yavaşlamak ve yoğunlaşmak için yeterli.
En sevdiğim defter boyutu ise A6, yani bir A4 kâğıdını iki defa katlayınca elde edilen alana sahip defter türü. Cep telefonu boyutlarındaki bu tür defterlere seyahat defteri de deniliyor. Müthiş yararlı bir icat. Bir A6 defteri küçüktür, mütevazıdır, hafiftir, yazmak için özel bir yer aramaz, hemen her durumda yazı yazmak için en ideal defter boyutudur.
A6 defterlerini yazmak için küçük bulanlara defter uzmanı Ali İkizkaya’dan öğrendiğim bir yöntemi öneriyorum: Defteri dikey değil yatay kullanın, böylece A5 boyutunda bir alan elde edersiniz.
Ancak iyi defter bulmak zor. Her fırsatta kırtasiyeleri geziyorum ve defter bölümlerine uğruyorum. Kapak bir
2015’te Borusan Contemporary’de düzenlenen “Görünenin Ardındaki” başlığını taşıyan sergide Michal Rovner’in “Parçalanmış Zaman” adını verdiği bir ton ağırlığındaki dev eserini gördüğümden beri unutamıyorum. Diğer eserler de çok iyiydi ama “Parçalanmış Zaman” bambaşka bir seviyedeydi.
Michal Rovner’in 1 ton ağırlığındaki “Parçalanmış Zaman” isimli çalışması (2009)
Eser, tıpkı Şule Gürbüz’ün, “Coşkuyla Ölmek” isimli kitabının 120. sayfasında altını çizdiğim “Önümde sayısız zaman ve ben bütün perişanlığımla bu zamanların arasında vardım” cümlesinin cisimleşmiş hali gibiydi.
Michal Rovner müthiş bir sanatçı, tek bir eserle insanlık tarihi, hafıza ve zaman üzerinde düşündürebiliyor. Arkeolojik bir kalıntı gibi duran ve akrebi-yelkovanı kayıp bozuk bir saatin kadranına benzeyen taşın yüzeyindeki desenler aslında taşa kazınmış değildi, taşa yansıtılan bir projeksiyondu. Çemberlerdeki çıkıntılar ise tıpkı bir
Bir saati parçalarına ayırınca ne görürüz?
Bir saatin ruhunu parçalarına ayırabilmenin mümkün olmadığını anlarız.
Küçük parçalar, birlikte çalışmak için zorunlu olarak yanındakine ihtiyaç duyan bütün o küçük parçalar manevi bir dünyaya gitmek için bir durak ve ruhani nesneler yumağından başka bir şey değil. Bir saati
parçalarına ayırınca insanı parçalarına ayırmış oluruz.
Önce bir el düşünelim. Kimin eli bu görünmeyen? Fani bir insanın eli. Bir ölümlü. Doğmuş, sevmiş, okumuş, ağlamış, gülmüş, darılmış, uyumuş, uyanmış, kirlenmiş ve arınmış. Nihayetinde o kadar kısa bir süre yaşayacak ki çoğu insan onun farkında bile olmayacak, karanlıkta bir alev gibi parlayıp sönecek. Binlerce harfin içinde bir harf, milyonlarca, milyarlarca kum tanesinin içinde bir kum tanesi. İnsanın küçüklüğünü idrak etmesi çok güzel bir an. İşte böyle parçalarına ayrılabilen fakat insanın elinde parçalığından çıkıp bir
17 Ağustos 1999 Marmara depreminde yaşadığım çaresizliği aradan geçen bunca yıla rağmen unutamıyorum, çocukluk arkadaşımı da kaybettiğim için yakından biliyorum, bu deprem de öyle olacak; depreme uzaktan-yakından maruz kalan kimse unutamayacak.
İşim gereği her gün deprem bölgesinden gelen fotoğraflara bakıyorum, o fotoğrafları tasnif etmek, kaydetmek işimin en önemli parçası. Arşivciler bilir, yayımlanmayan devam karelerini de görmek zorundayız ve onları da saklamak zorundayız. Fotoğraflar o kadar çok öyle acı anları gösteriyor ki içinde insan olmayan fotoğraflar bile keder yüklü.
Arşivci olarak baktığımda 6 Şubat 2023 tarihli Doğu Anadolu depremleri ile 1999 Marmara depremi arasında neredeyse hiçbir fark göremiyorum. Tek fark o zaman dia ve negatifler vardı, şimdi bütün fotoğraflar dijital. Ne var ki gazete binasından çıktığımızda hiçbir şeyi arkada bırakamıyoruz, olay yerindeki arkadaşlarımızın gönderdiği fotoğraflar zihnimizde birikiyor, bazen ağlıyoruz bazen konuşamıyoruz. Ben dolaylı olarak etkileniyorsam depreme yakalanan canların ne kadar