The 1975 imzalı “A Brief Inquiry into Online Relationships (Online ilişkiler hakkında kısa bir soruşturma)”, çağın ruhunu internet kültüründe yakalamaya çalışırken popa yaklaşımı dikkat çekici.
İlk dikkatimi çeken şarkıları “Somebody Else”di. M83’nin stüdyosundan çıkmış gibi duran bir şarkıydı ama vokaller kendine hastı. Sonra “She Way Out” vardı mesela “Pressure” vardı. “Love Me” müthiş bir ‘80’ler pop estetiğiydi. Bence Peter Gabriel’ın “Sledgehammer”ına çok açık bir selamdı. “UGH!” sanki MGMT’nin yapması gereken ikinci albüme ait bir parça gibiydi. Bunlarla sevdim ben 1975’i.Yeni albüm haberi iddialı yorumlarla geldi. Açıkça önceki iki albümden (“The 1975”, 2003; “I like it when you sleep for you are so beautiful yet so unaware of it”, 2016) daha iyi bir yere konuyor. NME şöyle yazmış: “Y kuşağının ‘Ok Computer’a yanıtı.” Acaba bu kadar acayip ne yapmış olabilirler? İnşallah bu söz, “How To Draw / Petrichor” adlı şarkıdaki synthe’lere dayanarak söylenmiş bir söz değildir diye düşünmek istiyor insan. Bu çok sığ bir yorum olurdu.
Bir “glam rock” havası
Ne anlatıyor albüm? Bana kalırsa işlene işlene artık yeter işlemeyin biraz dağınık kalsın dediğimiz bir konuya giriyor. İnternet
Gaye Su Akyol’un büyük başarısından bahsetmiştim pazar günü. Konuya son albümünün Batı’daki başarısını inceleyerek devam ediyorum.
“İstikrarlı Hayal Hakikattir” için Pitchfork’ta “Rock ve Türk folkunu birbiri içinde eritirken özgürlük düşlerinin peşinde koşuyor” denmiş. Notu 10 üzerinden 7.7.
Guardian dört yıldız verirken, Gaye Su Akyol’un etkileyici sahne performansından (Womad Festival) söz ediyor ve şarkılarını etkileyici ve şiirsel folk-rock baladlar olarak nitelendiriyor. Nick Cave ve Kurt Cobain göndermeleri yapılmış. Yazar Robin Denselow “Uluslararası başarıyı hak ediyor” diyerek bitiriyor yazısını.
The Times’taki dört yıldızlık eleştiri, Akyol’un müziğini saykodelik rock, Anadolu pop gibi janralarla tarif ederken, albümün politik sözlerine vurgu yapıyor.
Financial Times, Gaye Su Akyol’un müziğini “Turkish Grunge” olarak tarif etmiş. Akyol’un sahne şovuna dikkat çekiyor yazı.
The Wire son sayısında onunla yapılan bir röportaja yer verdi. Allmusic’ten PopMatters’a onlarca etkili uluslararası müzik blogunda albümün notu hayli yüksek. Eleştiriler olumlu. Türkçe şarkılardan ibaret bir albümün buralarda yer alması bile büyük bir başarı.
Gaye Su Akyol’un ayakları sağlam yerlere
Gaye Su Akyol’un yeni albümü “İstikrarlı Hayal Hakikattir” ile Batı’da da yakaladığı büyük başarı vesilesiyle bazı konulara değinmek şart oldu.
Önce albümden bahsedeyim. Gaye Su Akyol’un üçüncü albümü bana kalırsa dil ve estetik açısından en az kafası karışık olanı. Doğu - Batı arasında kaybolmamış yolunu bulmuş bir albüm. Kendi deyişiyle Kurt Cobain ve Selda Bağcan’dan eşit derecede etkilenen bir müzisyenin bu iki uç arasında gelgitler yaşadıktan sonra bulduğu kendine has yeri ifade ediyor. Bu bakımdan albüm hem sözleri hem müzik bakımından yerini yadırgamıyor. Ben burada şarkılara tek tek girip analizler yapmayacağım. Sadece bana çocukluğumdan bu yana Türkiye’de televizyonda, radyoda ya da evde ne dinlediysem, minibüslerde dolmuşlarda hangi kasetler çaldıysa, hepsinden bir şeyler hatırlatıyor. Kurt Cobain ile Selda Bağcan arasında tek bir çizgiyle yetinmiyor Akyol. Tavernadan punk’a, herhangi bir meraklı müzik dinleyicisinin bu topraklarda duyabileceği her şeyi temsil ediyor. Aslına bakarsanız zaten kulaklarınızı özellikle tıkamazsanız bu sesler her yerde. Gaye bu hazineyi çok güzel değerlendiriyor ve kendine yarattığı dünyayı bu hazineden sadece kendi bildiği bir düzene ve
‘90’ların hedonist rock ekibinin yeni albümü 2013’ten bu yana geri dönüş albümlerinin sonuncusu. Ve galiba tema ve hikaye bakımından en farklı olanı.
Doksanlı yıllarda Brit Pop’u icat eden gruplar arasında onların da adı var. Londra onlardan sorulurdu. Brett Anderson’ın hedonist şehir hikayeleri her zaman içinde bir karanlık yan barındırıyordu o ayrı. Ama zamanın ruhuna ve kendi yaşlarına uygun şekilde hayli çılgın bir yaşantının hikayelerini görüyorduk Suede’de. Onları çekici yapan da buydu.
Suede’in geri dönüş üçlemesi 2013’te “Bloodsports”la başladı. 2016’da “Night Thoughts” ile devam etti. Şimdi “The Blue Hour” ile sona gelinmiş. Bu tam bir sona geldik albümü. Neyin sonu? Suede’in anlatmak istediği hikayeler bitti mi? Bilmiyoruz ama bu defter kapanıyor. İzlenimler bu yönde.
Bir defa bu albümün içerik olarak farkı Anderson’ın artık şehirde yaşamaması. Bu albümün öncesinde yaşadığı Londra’dan, Somerset kırsalına taşınarak hiç de “urban” olmayan bir şey yaptı. Burada karısı ve iki çocuğuyla yaşıyor ve neredeyse bütün vaktini onlarla geçiriyor. Ayrıca bu hayatın eski hayatından çok daha zor olduğunu da söylüyor. “20’lerimdeyken gökten şarkı yağardı, şimdi ıkına sıkına beste
Varşova şehrinin tam merkezinde bulunan Kültür ve Bilim Merkezi, şehrin ikonik yapılarından biri. Stalin tarafından yaptırılan bina 1955’te hizmete açıldığında rejimin görkemini temsil etmenin yanında fiilen de zaten rejimin bütün aygıtlarının kumanda odasıydı. Ülke tek binadan yönetiliyordu. Göğe yükselen dev bir gotik rokete benzeyen 237 metre yüksekliğinde dimdik bir yapı bu. Sanki işler sarpa sardığında motorlarını çalıştırarak ortalığı sarsa sarsa büyük bir gürültüyle gökyüzüne doğru yükselecek ve gözden kaybolacak.
Böyle olmadı. Rejim yıkılınca bu binayı ne atabildiler, ne satabildiler, ne de yıkabildiler. Kültür ve bilim merkezi yaptılar. Şimdi içinde tiyatrolar, müzeler, sinemalar var. Bana yeniden sinemaya gitme keyfini kazandıran Kinoteka işte bu binanın doğu cephesinde yer alıyor.
Dev bir kapıdan içeri giriyor, avluyu geçip gişelerin olduğu dairesel salona varıyorsunuz. Biletinizi aldıktan sonra filminizin popülerliğine ve seansa göre ya aşağıdaki küçük salonlardan birine, ya da üst katlarda bulunan çeşitli büyüklüklerdeki büyük salonlara geçiyorsunuz.
Veya mesela Varşova Film Festivali zamanıysa, ellerinde programlarla sağa sola koşturan bir sürü insan oluyor burada.
Bu hafta vizyona giren “Leto / Yaz”, Sovyetler Birliği’nde ‘80’li yılların yeraltı rock sahnesine ve bu sahne etrafında gelişen alternatif kültüre ışık tutuyor.
80’lerin başı. St Petersburg’un henüz Leningrad olduğu yıllar (1991’de eski adını aldı). Dönemin tek kanalı olan devlet televizyonunda şanlı zaferler, ilerlemeler, devamlı harikayız, aslanız, kaplanız hikayeleri anlatılsa da herkes içten içe Sovyetler’in sonunun yakın olduğunun ve dünyada yeni bir dönemin geldiğinin farkında.
Bu ortamda bir grup insan rock müzik çevresinde bir araya toplanmış. Fikirler, özgürlük çığlıkları, toplumsal eleştiri, gitar soloları, aşklar, hayata dair asırlık sorular birbirine karışıyor. Bir yandan Batı’da henüz zirvede olan punk takip ediliyor, bir yandan dönemin alternatif kültürünün ikon isimleri Bob Dylan, Lou Reed, David Bowie takip ediliyor. Led Zeppelin ve Blondie’ye uzanan geniş bir yelpazede müzikler ve fikirler emiliyor. Eski nesil her ne kadar onları Batı hayranı olarak görse de Leningrad’da bir grup genç artık kendi kendinin parodisine dönüşen düzene itirazlarını rock müzikle yapıyorlar. Tabii kısıtlı imkanlarla hayli baskıcı bir ortamda.
Kurgusal yanı ağır basıyor
Film dönemin tanınmış
Amerikalı soul vokali Charles Bradley’nin “Black Velvet” adlı albümü, sanatçının hayatının son döneminde stüdyoda kaydettiği şarkıların yanı sıra, Nirvana, Neil Young gibi isimlerden uyarlanan cover’ları içeriyor.
Marszalkowska’dan tarihi şehir merkezine doğru döndüm. Kim bilir kaç asırlık ağaçların arasına, Ogrod Saski’ye doğru daldım. Hava sıfır derecelerde ama keyfim yerinde çünkü türlü içlikler ve kazaklarla sıcaktayım. Üstelik kulaklığımdaki müzikten memnunum.
Charles Bradley’nin “Black Velvet” albümünü bu ortamda dinliyorum. Soul ve funk’ı çıktığı yıllardaki gibi orijinal bir şekilde yaşatmaya çalışan az sayıda isimden biriydi Bradley. Hayatı boyunca şarkıcılık yaptı, ama eline yeterli para geçmediğinden hep yan işlerle uğraştı. Zorlu bir hayatı oldu. Ardından 2002’de rahmetli Sharon Jones’un içinde olduğu bağımsız retro soul firması Daptone altında çalışmaya başladı. 2011’de kariyerinde ilk defa albümü yayınlandı. 62 yaşındaydı.
Hayatları ve hikayeleri gerçekti
Bu albümle dikkat çekti. Ardından bir iki turne ve yeni albüm derken altın devri uzun sürmedi. Mide ve karaciğer kanseri onu aramızdan ayırdı. Gerçekten hayat bazen ne kadar acımasız ve adaletsiz. İnsana “Bir sürü
ICQ’yu hatırlar mısınız? İlk online mesajlaşma ağlarındandı. Bizde çok modaydı. Mesaj geldiğinde çıkan “a-av” sesi unutulur mu? Buradaki nick’lerini ve üyelik numaralarını hala ezbere hatırlayanlar vardır.
Daha Facebook zihinlerde fikir bile değilken, Zuckerberg arka bahçede top oynarken, web’de anonimdik hepimiz. Nick’lerimiz vardı. Bu nick’lerle konuşur, birbirimizi tanımaya çalışırdık. Ortak noktalar bizi birbirimize yaklaştırırdı. Sonra tanışırdık. Trend o yöndeydi. Çünkü insanoğlu kendisini ortaya koymakta henüz tedirgindi. Yediği, giydiği, içtiği şeyleri, ha bire hep aynı açıyla bakan suratını ve mühim fikirlerini internette insanlığın hizmetine henüz sunmamıştı.
Facebook’la beraber 2006 itibarıyla artık gizli saklı kalmadı. Paylaşımlar, fotoğraflar, havada uçuşmaya başladı. Kim kimle arkadaş, kim kimi like etti falan yeni başlıyordu. (Bu arada sosyal medyadan bahsederken Ekşi Sözlük’ü unutmayalım. Başta iyiydi. Sonra insanların birbirine iftiralar attığı çirkin bir yere dönüştü.)
2009’da, İsmail YK’nın “Facebook” şarkısını yaptığı yıl (“Facebook, Facebook /Bu kızı oradan buldum”) Twitter hayatımıza girdi. Anonimlik iyice anlamsız hale geldi. Artık konuşma, fikirleri beyan