Razorlight’ın yeni albümü şunu sordurdu: Yoksa 2000’lerin başında yükselen “rock ve punk revival” akımı kendi geri dönüşüne mi hazırlanıyor? Geri dönüşün de geri dönüşü olur mu demeyin, müzikte her şey olası.
Razorlight’ı sevenler el kaldırsın. Peki bilmeyenler el kaldırsın. Hmmm. Galiba hatırlatmakta fayda var. 2005’lerde neşeli, enerjik alt-rock modası zirve yapmıştı. Her yeni şeyi, başında bir “indie” koyarak anlamlandırmaya çalıştığımız naif ve çok eğlenceli dönemlerdi. Bir sürü Brit ve Amerikalı grup 70’lerin rock ve punk revival’ının henüz dinmemiş rüzgarıyla konser salonlarında şov yapıyordu. Razorlight’ı o dönem “America” ile tanımıştık. 2006 tarihli “Razorlight” albümü bayağı popülerdi. Johnny Borrell bir anda modacıların gözdesi olmuş, indie sosyetenin en gözde bekarı olarak dikkatleri çekmişti. Sonra 2008’de pek başarılı olmayan bir albüm geldi. Sonra ses kesildi. Geçen haftaya kadar. Razorlight sanki aradan 12 yıl geçmemiş gibi 2006’ya dönmüş ve “Razorlight”ın kaldığı yerden yola devam etmiş. Johnny Borell formunda. Yıllar onu pek etkilememiş. Ne sesi farklı ne görünümü. Neşeli, enerjik, mutluluktan eğlenceli partilerden bahseden pozitif bir albüm. Popun dahi üzgün
2012’de hayatını kaybeden Whitney Houston’ın hikayesini anlatmaya girişen “Whitney, Can I Be Me” belgeseli, eksiklerine rağmen şöhretin bedelini çarpıcı biçimde göstermeyi başarıyor.
Şöhret sağlığa zararlıdır. Dikkat etmezsen, güçlü değilsen, çevrende akıllı, zeki dostların yoksa darmadağın olur gidersin. Bu bariz ve klişe lafın doğruluğu son yıllarda maalesef acı bir şekilde kanıtlandı. Bizim gençliğini, ilk çıkışını bildiğimiz, yakından takip ettiğimiz starların yaşlanınca hayatla başa çıkamadıklarına tanık olduk. Kimi uyuşturucudan gitti, kimi intihar etti. Otel odalarında yapayalnız öldüler. Yanlarında ne bir hayranları, ne bir sevenleri, dostları, ne de akrabaları vardı. Nasıl bu duruma geliniyor? Whitney gibi belgeseller işte buna odaklanıyor. Çünkü sanırım seyirci de en fazla işin bu kısmını merak ediyor.
Whitney Houston orta direk bir ailenin tek kızı. İki abisi var. Annesi kilise korosunu çalıştırıyor. Whitney koroda solist olarak başlıyor. Annesi güçlü ve hırslı bir kadın. Onu yetiştiriyor. Ama hiçbir zaman ona ihtiyacı olan ilgiyi sevgiyi vermiyor. Houston çok erken yaşta “muhteşem sesli şarkıcı kız” olarak ünlü oluyor. Medyadaki algısı hep mucize ses vesaire. 1985’te, 22
Doğu Avrupa, Balkanlar ve özellikle de Polonya. Avrupa’nın en kirli havası işte buralarda. Varşova’da geçen hafta sonu ülkenin bağımsızlığının yüzüncü yılı kutlanırken göz gözü görmüyordu. Hayır, durmadan atılan havai fişeklerden çıkan duman değil neden. Ortalığı kaplayan ve üç gün boyunca hiç kalkmayan bir sis şehri resmen boğdu. Şehrin sakinleri olarak post-apokaliptik bir filmin içinde gibiydik. Bir süredir tavsiye üzerine kullanmaya başladığım “Air Visual” isimli uygulamadan uyarılar gelmeye başlayınca fark ettim. Hava kirliliği ciddi boyutlardaydı.
Bu uygulama havanın kalitesini ölçen detektörlerden gelen bilgileri düzenleyip size ulaştırıyor. Hava durumu gibi hava kalitesi durumu bildiriyor ve haftalık tahminlerde bulunuyor. Bakarken gözlerime inanamadım.
0-50 arası hava kalitesi iyi demek. 51-100 arasındaki değer kabul edilebilir bir “kirlilik” değeri. 101-150 arası belli risk grupları için sağlıksız hava demek. Özellikle solunum yollarıyla ilgili rahatsızlıkları olanlar ve çocukların dışarı çıkmaması ve havayı solumaması gerekiyor. 151-200 arasındaki değerler çok sağlıksız bir havayı işaret ediyor. Kalp ve solunum olumsuz etkilenir deniyor. Mecbur kalmadıkça dışarı çıkmayın
Şehir kültüründe “lokal”in yüceltilmesi geçmişte kaldı. Bugün ilk lokal övme dalgası sonunda zincirleşme yükselişte: Lokalin zincirleşmesi. Etrafınıza bakın en “lokal” yerin bile beş taneden aşağı şubesi yok artık.
Lokal kahvelerin zincirlere yeğ tutulduğunu biliyorum. Genellikle “lokal” dendi mi insanların içinde bir yerlerde sıcak sıcak, ılık ılık bir şeyler akıyor. “Lokal olsun da biz yerde de otururuz…” “Aaa lokal yerler biliyormuş derhal takibe alalım.” “Çok güzel bir yere gittik lokallerin takıldığı bir yer, hiç turistik değil.” Emin misiniz?
Ben bir kafe insanıyım. Bunu daha önce de yazmıştım. Kafelerde oturmayı, kafelerde yazı yazmayı, okumayı, notlar tutmayı ya da etrafa bakınıp hiçbir şey yapmamayı seviyorum. Lokal - zincir ayırmazdım. Ama son dönem bendeki ibre zincirlerde.
Zincirleşme yükselişte
Gözlemlerime göre mekancılıkta “lokal”in yüceltilmesi hafiften 2010’larda kaldı. Bugün ilk lokal övme dalgası sonunda zincirleşme yükselişte. Lokalin zincirleşmesi. Etrafınıza bakın en “lokal” yerin bile beş taneden aşağı şubesi yok. Biri ikisi de mutlaka AVM’lerin içinde üstelik. Yani “lokal”cilerin tüylerini diken diken etmesi gereken ifade AVM değilse nedir? Ama lokal kafelere
Bu hafta vizyona giren “Suspiria”nın Thom Yorke imzalı soundtrack albümü en az film kadar ilgi çekici ve ürpertici.
Suspiria” filmini geçen hafta izlediğimden bu yana elim ayağım tutmuyor. Filmin etkisinden kurtulamadım. Kurtulsam bir türlü kurtulmasam başka türlü. Çünkü filmin insanı kendine çeken, estetiği ve diliyle baştan çıkaran bir hali var. “Keyif alarak korkmak” hissini anlatan bir ifade var mı dilimizde ben bilmiyorum. Eleştirileri sinema yazarlarına bırakayım soundtrack’ten bahsedeyim. Thom Yorke imzalı soundtrack bir klasik müzik eseri inceliğinde hazırlanmış. Yorke’un solo işlerindeki bazı anları hatırlatsa da gerçekten filme özel yapıldığı belli. Yani, zaten elimde müzikler vardı filme yamadım, şeklinde değil. Ama şu da bir gerçek, Thom Yorke’un herkesin anlayamayacağı karanlık, içi şeytanlarla dolu (İngilizcede “demon” dedikleri şeyden bahsediyorum) bir dünyası var. Bu dünyanın kapılarını sonuna kadar aralama fırsatı onun için de heyecan verici olsa gerek.
Film orijinaline göre çok daha farklı bir sanatsal çizgide ele alınmış. Yönetmen Luca Guadagnino’nun (“Call Me By Your Name”in estetik havasını hatırlayın) korku ve dehşete yaklaşımı, bol kanlı bu fimi nasıl ele
Geçenlerde bir yerde karşıma çıktı. “En çok bunlar dinleniyor, bunlar okunuyor” diye bir haber. İsimlere girmeden şu yazıyı yazma ihtiyacı duyuyorum.
En çok satanlar analizleri zaman zaman bütün dünyada müzik basınının konularındandır. Şu satıyor, demek ki toplumda böyle bir beklenti var. Şu tür dinlenmeye başlanmış, demek ki dinleyicide şu yönde bir şeyler değişiyor. Filanca sanatçı dinleniyor, acaba halk onda ne buldu? Bunun gibi analizler...
Çok satanları yorumlamak sadece müziğin alanı değil. Toplumsal değişimleri, dönüşümleri merak eden, bir memleketi tanımak ve anlamak isteyenler çok satanları incelemelidir. En azından ben böyle düşünürüm.
Biz bunu Türkiye’de çok isabetli bir biçimde yapamıyoruz. Çünkü veri yok. Bir şeyler görünür olmaya başladığında farkına varırsınız ama ölçemezsiniz. “Türkçe rap yükselişte” denir mesela ama kim, kaç kişi dinliyor, asla bilemezsiniz.
Eskiden beri “En çok pop dinlenir” cümlesi vardır ama gerçekten böyle midir? Ya da halk müziği midir gerçekten en fazla dinlediğimiz tür, yoksa arabesk mi? Belki de Türk sanat müziği. Hep duyarız, “Halk şu sanatçıyı dinliyor ama basının, medyanın haberi yok.” Bir kopukluk iletişimsizlik olduğu kesin. Türkiye’de
Londra’da resmi kanallardan eğlence hayatını canlandırmaya yönelik bir çaba olduğunu bilmiyordum. İnsanlar dışarı çıksın diye geceleri toplu ulaşım dahi konuyor.
İKSV Salon eski direktörü ve bu mekanı kurulduğu günden bugüne taşıyan isimlerden Bengi Ünsal, bugün Londra’daki önemli müzik ve sanat merkezlerinden Southbank Center’da çalışıyor. Geçenlerde RedBull.com için Melis Danişmend’e verdiği röportajda Londra Belediyesi’nin şehrin eğlence hayatını yeteri kadar canlı bulmadığı için bu konuda bir destek programı başlattığını anlatmış: “Burada en büyük farklardan biri, belediyenin ve devletin müzik, eğlence ve bütün yaratıcı sektörleri çok büyük bir kazanç olarak görmesi ve üzerine kafa patlatıp destek olması. Fakat bana sorarsan, Londra’nın gece hayatı Londra’nın hak ettiği düzeyde değil, çok daha iyi olmalı. Nitekim iki sene önce gece hayatını canlandırmak üzere bir adım atılmış ve belediye başkanı Sadiq Khan, radyocu/ televizyoncu/ yazar Amy Lamé’yi ‘night czar’ olarak görevlendirilmiş. Meali, gece hayatını renklendirme, canlandırma görevi kendisinde. Bu kapsamda normalde gece çalışmayan bazı metro hatları bile kullanıma açılıyormuş mesela. İnsanların daha çok çıkabilmesini
Sonbahar henüz soğuk yapmasa da güzel “pop” yaptı. Kayıtsız kalmak mümkün değil. Christine and the Queens, Neneh Cherry, MO derken şimdi de Robyn’in “Honey”si karşımızda.
İsveç’in son 15 yılda yetiştirdiği sayısız müzisyen arasında Robyn’in seçkin bir yeri var. Dans ve electronica odaklı müziği hiçbir zaman sıradan olmadı, o da 1995’ten bu yana devam eden kariyerinde hiçbir zaman sadece dans müziği şarkıcısı olmadı. Besteleri ve vokaliyle dikkat çekti. Yaptığı işe tarz ve sanat kattı. Tek yönlü değil çok yönlü olmaya özen gösterdi. 2000’lerin ortalarında Londra bağlantıları güçlenince pek çok büyük isimle çalışarak adını duyurdu. Robyn cidden çalışkan biri. Ve iş seçmeyen biri. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? İsveç’te kaç tane müzik ve beste ödülüm var benim” demeden kah Britney Spears’in arkasında vokal yapıyor, kah Basement Jaxx’in bir şarkısında ortaya çıkıyor. Kah Coldplay konserinde ön grup oluyor, kah Röyksopp’la albüm yapıp turneye çıkıyor ya da bir anda Nobel ödül töreninde şık tuvaletiyle şarkı söylerken görüyoruz onu. Kariyeri bir pop sanatçısının alışılagelmiş hamlelerini içermiyor. Daha doğru deyimle klasik bir “entertainer” değil. İki albüm arasına sekiz yıl