RTÜK’ün uyarıları kanalları otosansüre yönlendiriyor. Artık mayolu kadın bile sansürlenecek bir şey haline geldi
RTÜK öyle bir ortam yarattı, öyle tespitlerle öyle ağır cezalar verdi ki son bir-iki yılda, bugün artık bütün kanallar kendilerini RTÜK’ten daha ağır bir biçimde sansürlemeye başladı. Her kanal kendi içinde gayriresmi sansür kurulları oluşturuyor ve yayımlayacakları programlara baltalarla dalıyor. Aslında yeni de değil. Birkaç yıl önce Digitürk’te Nuri Bilge Ceylan’ın “İklimler”inde filmin bütünlüğünde önemli bir yeri olan sevişme sahnesinin tamamen ortadan kaldırıldığını fark etmiş, şaşırmıştım. Ardından Patrick Suskind’in romanından uyarlanan “Koku” filminin sonunun ve en kilit sahnelerinden biri olan idam sehpası sahnesinin tamamen uçurulduğunu fark edince Digitürk’ü aramıştım. Hem para veriyor, özel bir yayın satın alıyor, hem de sinema kanalıyız iddiasındaki bir kanalda sansür yiyordum.
Özür dileyerek “RTÜK’ten korktuğumuz için biz kestik oraları” dediler. En azından dürüst davrandılar. Ben de Digitürk üyeliğimi bitirdim.
Bugün geldiğimiz nokta bir ileri boyut. Çıplaklıkla ilgili hassasiyet ise otosansürün boyutlarını göstermesi açısından önemli.
Bakın son örnek Pamela Anderson’lı reklam filmi. Firma bu yıldızı reklamında oynatmak için getiriyor. Bu kadın nesiyle ünlü? “Baywatch”, yani “Sahil Güvenlik” dizisindeki mayolu haliyle, silikon göğüsleriyle, fiziğiyle yani.
Bu yıldızın oynadığı reklamda da boğulma taklidi yapıp kendisine suni teneffüs yaptıran veletler var. Suni teneffüs anı bile görünmüyor. Bu bile müstehcen. Ama tabii deniz kenarında çekildiğinden ve Pamela Anderson denize elbiselerle atlayamayacağından mayoyla giriyor. “Vay efendim nasıl olur, RTÜK bizi mahveder” deyince kanallarımız, firma da ikinci bir versiyon hazırlıyor. Bunda Pamela Anderson’ın denize atlarken göründüğü bir saniyelik sahnede görünen mayosu hemen yüksek teknolojiyle uzatılıyor. Koşarken göründüğü bir saniyelik sahnede de göğüsleri adeta tıraşlanıyor.
Yanlış anlamadıysam mantık şu:
Herhangi bir tatil yöresinde çağdaş plaj kılığıyla denize girmek artık müstehcen ve televizyonlarda gösterilmemesi gereken bir şey olmuştur.
Demokrasi ve özgürlüklerde her gün daha ileri gidiyoruz. Durmak yok yola devam.
Bir soru, bir cevap
Bir arkadaşım haklı olarak soruyor: Yazdığın albümleri not ediyorum. Mağazaya gidip soruyorum. Çalışan eleman önce anlamıyor, ardından tekrar ettiriyor, sonra nasıl yazıldığını soruyor, bilgisayara bakalım diyor. Ve sonuç: “O albüm bizde yok.” Neden?
Yanıt vermeden önce şunu söyleyeyim. Bu hadise Türkiye’de müziğin durumunu şahane bir biçimde özetliyor. Bizim burada başkalarından farklı bir şey dinlememiz istenmiyor, daha doğrusu pek tercih edilmiyor. “Çok satmayan sanatçının üç tane albümünü ithal et getir kim uğraşacak. Herkes Demet Akalın dinlerse hafif zevksizleşmiş oluruz ama işimiz kolaylaşır” düşüncesi ağır basıyor.
Ne kadar tartışırsak tartışalım içinden çıkamayacağımız “İyi müzik-kötü müzik” tartışmasını bir kenara bırakalım. Ben sadece şunu söylüyorum:
Herkesten daha gürültülü, daha sakin, daha kötü, daha iyi, daha duygusal, daha eğlenceli, daha sıkıcı, daha depresif, daha damar herhangi bir şey dinleme ihtimalimiz yok. Herkes ne dinliyorsa onu dinlememiz isteniyor. Aksine kalkıştığınızda ise suratınıza garip garip bakıyor, “Nasıl yazılıyor” diye sorup, “O yok, Madonna var” falan diyorlar.
Arkadaşıma “Sen de internetten indir o zaman” dedim. “Ben CD ve plak alıp saklamayı seviyorum” dedi. Huzurunuzda ona yanıt vereyim. O zaman yeni çıkan albümleri ya kendin yurtdışına gidip alacaksın ya da Amazon’dan getirteceksin, geçmiş olsun.
Çünkü birinin CD’sinin, yayımlandığı anda memlekete gelmesi için o kişinin Madonna ya da Michael Jackson olması veya yakın zamanda ölmüş olması (her taraf Amy Winehouse dolu, o bakımdan) lazım. Aşağısı (ya da dirisi) bizimkileri kurtarmıyor.
Ülkemiz çok zenginleşti, çok gelişti, çok değişti, çok şahane oldu diyorlar ya... Tamam elbette değişti, gelişti dünyayla beraber. Ama bazı şeyler hiç değişmiyor.
Sevdiğiniz müzikleri dünyayla aynı anda hâlâ bulamıyoruz. Ergenken iki yıl Metallica plağının gelmesini beklerdik, şimdi de mesela Lana De Rey bekliyoruz. Albüm 31 Ocak’ta çıktı, müzik dünyası bunu konuşuyor ama bizde yok. Ölürse falan belki yıl sonuna doğru getirir birileri.
“Sen neden Türkiye’de olmayan albümleri yazıyorsun?” diye soracak olursanız, yanıtım belli. Müzikseverleri firmaların keyfiyetine bırakacak değilim. Albüm dünyada yayımlandığı an artık hakkında yazı yazılabilir. Dinleyen zaten internetten dinliyor, satın alıyor, ötesini o albümleri getirmeyenler düşünsün.
CUMARTESİ ALBÜMÜ
“Slave Ambient” The War on Drugs
2011’de yayımlanmış ama 2012’de çokça dinleyip sevmeye başladığım bir albüm. Ben buna ‘dolaşıma sokmak’ diyorum. Gündeme almak. “Slave Ambient”, Amerikalı indie ekibi The War on Drugs’ın ikinci stüdyo albümü. Adam Granduciel’in yeni nesil (ama daha çekingen) Bruce Springsteen tadındaki vokallerini, sözlerin arasına sıkıştırılmış gitar melodilerini, armonikaları, zaman zaman saykodelik bir atmosfer yaratan klaveyeleri sevdim. Dağınık garaj sound’u, bende 80’lerde yapılmış ama 2012’de gün ışığına çıkmış zamanının çok ötesinde bir albümmüş hissi yaratıyor. Hafta sonu dinlemek için ‘dolaşıma sokun’ siz de...
İTİRAF EDİYORUM
* Die Antwoord “I Fink U Freeky” isimli şarkısı ve videosuyla gene acayipliğin estetiğini zorlamayı başardı. Sevin sevmeyin, kayıtsız kalamıyorsunuz Güney Afrikalı bu ghetto insanlarına...
* Youssou N’Dour, ülkesi Senegal’e başkan olmak için aday olduğunu açıklayınca “İşte” dedim kendi kendime, “Yeni bir ‘Müzisyenden siyasetçi olur mu?’” tartışması daha... Ayrıca N’Dour’un sadece müzisyen olmadığını, birkaç kanal ve bir de günlük gazete sahibi olduğunu hatırlatayım. Senegal’in Berlusconi’si gibi yani N’Dour benzetmek gibi olmasın...
* Şu ara Real Estate’in “It’s Real”, Devendra Banhart’ın “Cristobal”, Bright Eyes’ın “First Day of My Life” şarkılarını ne kadar seviyorsam Nelly’nin “Hot in Here”ini de aynı şekilde sevebiliyorum. Bu bir zevk eksikliği ya da estetik omurgasızlıksa kabul ediyorum.
* Penceremin önündeki kumruların sabah akşam kukurdamasına sinir olmaya başlamış ve artık yeter deyip kovmaya girişmiştim ki yuva yaptıklarını fark ettim. Sabah akşam yumurtadan ne çıkacak diye bekliyoruz kumrularla.
* ‘Reunion’ denen, dağılan grupların bir albüm ya da turne için bir araya gelmesi hadisesi beni korkutuyor. Van Halen’ın Los Angeles’ta verdiği gizli konserin internete düşen görüntülerini izleyince düşündüm bunu. David Lee Roth’un sesi fenaydı. “Jump”ı banttan hatırlamayı tercih ederim.