Londra’daki Emmanuel Center’ın ana etkinlik salonu tıklım tıklım. 700 çocuk ve yanlarında en az bir ebeveyn bütün koltukları aylar öncesinden satın almışız, elimizde kitaplar heyecanla bekliyoruz. Yani kızım bekliyor, ben de hayretler içinde etkinliği izliyorum. Çok satan Skandar kitapları serisinin yeni kitabının tanıtımı bu.
Az önce yazar A.F. Steadman üzerinde Elvis Presley’i anımsatan beyaz deri kıyafetiyle bir rock yıldızı gibi kapıda kuyruk olmuş 700 çocukla tek tek fotoğraf çektirdi. Ellerini sıktı hal hatır sordu. Sonra içeri girdik. Henüz piyasada olmayan ama burada, bu ayrıcalıklı kitleye sunulan önceden imzalanmış bu etkinliğe özel bir renkte ciltlenmiş kitabımızı aldık. Salondaki yerimize geçtik.
Az sonra söyleşi için sahneye çıkacak yazar bekleniyor. Taylor Swift konseri ya da ne bileyim mesela Radiohead konseri öncesindeki gibi bir heyecan var havada. İşte geliyor. Alkış, kıyamet yerine geçiyor. Kısa bir söyleşi ve soru cevaba geçildi. Soruların ardı arkası kesilmiyor. Ve 55 dakika sonra nihayet etkinliğin sonuna
Divine Comedy, (Neil Hannon) sessiz sedasız yayınladığı 13’üncü albümü “Rainy Sunday Afternoon”da insan hikâyeleri anlatmaya ve bunu olabilecek en dramatik biçimde yapmaya devam ediyor
Yağmurlu bir pazar öğleden sonrası, Birleşik Krallık ve Kuzey İrlanda’da pub’da oturup etrafa bakınmak demek. Kuzey İrlanda’dan çıkan en dikkate değer müzik fenomenlerinden Divine Comedy’nin yeni albümünün kapağında, grubun uzun yıllardır tek üyesi olarak yola devam eden Neil Hannon, kahvesini içerken etrafı inceliyor. Burasının bir pub’dan ziyade bir restoran ya da bistro olduğunu da düşünebiliriz ama siz benim gibi detaylara takılmayın, genel olarak yağmura ve pazar günü psikolojisine odaklanın bu albümü anlamak istiyorsanız.
Hannon’ın tiyatral vokali, akustik gitar, akordiyon, koro tarafından icra edilen dramatik bölümlerle destekleniyor. Bence muhteşem. Divine Comedy her zamanki gibi muhteşem. Albümün kapağında etrafı inceleyen adamın gözlemleri, önünden gelip geçen insanlara dair hayal ettiği
25 yıl önce bu zamanlarda, internet girişimcisi ve Nupedia adlı bir platformun kurucusu Jimmy Wales baba oldu. Bebek MAS sendromu ile dünyaya geldi. Bebeğin mekonium adı verilen ilk dışkısının doğumdan önce fetüsü çevreleyen sıvıya karışması ve ciğerlere gitmesiyle oluşan bu hastalık solunum yollarını etkiliyor ve tedavi edilmediğinde bebeği ölüme götürebiliyor.
Wales her baba gibi doktorlar dışında da birçok kanaldan bilgi alıp bebeğinin neyle karşı karşıya olduğunu anlamaya çalıştı. Ancak 2000 yılında web’de aradığını bulmak neredeyse imkânsız olduğu gibi, böyle bir bilginin web’de olup olmadığı da bilinmiyordu. Hızlı ve doğru bilgi ihtiyacnı karşılayamadı. Tek bulduğu bazı bloglarda paylaşılmış kişisel deneyimler ya da ancak tıp bilimiyle ilgilenenlerin anlayabileceği teknik metinlerdi.
Neticede doktorları önerdiği alternatif bir tedavi yöntemine razı oldular. Bebekleri kurtuldu ancak Wales yaşadığı çaresizliği hiç unutmadı. Henüz başlangıç aşamasında olan Nupedia adlı uzman sözlüğü projesini rafa kaldırmaya ve herkesin katkıda bulunabileceği
The Lemonheads solisti şarkıcı, besteci Evan Dando, “Love Chant”ı Brezilya’da kaydetti. Eşi Brezilyalı şarkıcı ve besteci Renato Texeira sayesinde bu ülkede çok rahat ettiğini söylüyor. “İnsan istediği şeyi yapabiliyor, rahat, kolay bir ülke” dediği Brezilya, Dando’ya sanatsal bir özgürlük ve özgüven sağlamış belli ki. Albümün prodüktörü de bir Brezilyalı; Apollo Nove. Kayıtları eski tip bir stüdyoda çok fazla teknolojik ıvır zıvır kullanmadan garaj sound’uyla kaydetmişler. Gitarların duyulduğu her yerde Dinosaur Jr. etkisi var ve bu çok normal çünkü Dinosaur Jr. gitaristi ve solisti, J Mascis gitar çalıyor. Albüm sırf bu yüzden bile dinlenebilir. Ben müzikal açıdan çok doyurucu buldum. Eski tip ama değil. J Mascis’in özelliği budur zaten. Klasik ama zamana dayanıklı kendine has bir gitar sesi var.
Dando albümü inişli çıkışlı yapmış. Bazen kalbi kırık sefil bir âşık (“In The Margin”), bazen bir kent ozanı (“The Key Of Victory”),
MTV’nin çatı şirketi Paramount, Birleşik Krallık’ta faaliyet gösteren dört müzik kanalını 31 Aralık itibarıyla kapatacağını açıkladı. MTV Music, MTV 80s, MTV 90s, Club MTV, MTV Live gidiyor. Grubun amiral gemisi niteliğindeki MTV kanalı kalıyor. Ama zaten çok uzun zamandır bu kanalda reality programlarından başka bir şey yoktu.
“Nirvana Unplugged”, 1994. MTV Unplugged serisini 1989’da başlatmıştı.
MTV 2010’lardan bu yana uzatmaları oynuyor. Bana kalırsa o tarihlerden itibaren tamamen nostaljik bir oluşum. Gençlik kültürünün bir parçası olmadığı gibi, yetişkinlik hatta yaşlılık kültürünün bir parçası bile değildi. Çünkü MTV kimsenin pek izlemediği yayınlarını yaparken yaşılar bile Facebook’ta zaman geçiriyordu artık. Bugünlere kadar var olmasına mucize olarak bakmak lazım.
1981’de kurulan MTV, 24 saat müzik videosu gösteren bir kanal fikrini hayata geçiriyordu. Dönem müzik videoları dönemiydi, bunu gören kurucular müzik sektöründeki bu tarihi dönemeci
Avustralyalı besteci, şarkıcı ve prodüktör Kevin Parker, Tame Impala adı altında yayınladığı yeni albümü “Deadbeat”te türden türe atlıyor.
Kevin Parker, Tame Impala’nın ilk zamanlarından bu yana, yani Tame Impala’nın beş kişilik bir rock grubu olduğu günlerden bu yana çok değişti. İlk iki albüm bir kolektif grup çalışmasıydı ve detayları bir kenara bırakırsak rock albümleriydi. 2013’te Belçika’da RockWerchter festivalinde izlediğim Tame Impala cayır cayır rock çalan bir gruptu. Bugün o gruptan geriye solist ve gitarist Kevin Parker dışında bir şey kalmadı. Evet Parker her zaman grubun beyni ve lideriydi ancak ilk iki albümden sonra içine kapandı, müzik macerasına aynı isim altında yalnız başına devam etti. Müziğini rock kalıplarından dışarıya taşıdı, dansın elektronik müziğin, popun alanına girdi. Bunu yaparken hem müzikal anlamda kulaklarını açtı hem de açıkçası evde tek başına bir odaya kapanıp çalışmaktan zevk aldığı için oldu biraz da bütün bunlar.
Parker, Tame Impala olarak son
Londra’da yaşayan bir Türk’ün metroya inip bir aktarmayla Türkçe bir oyun izlemeye gidebiliyor olmasının nasıl bir lüks olduğunu anlatamam. Kentin güney yakasındaki Battersea Arts Center iki gece boyunca tıklım tıklım doldu. Şahika Tekand’ın yazıp yönettiği “Aşınma” adlı oyun, Yiğit Özşener’in olağanüstü performansıyla sahnelendi. Ben de kapanış gecesinde salondaydım ve bu çılgınlığa tanık oldum. Çılgınlık dediğim, Yiğit Özşener’in olağanüstü performansı. Dışarı çıktığımda iki soru vardı aklımda.
Bir. Yiğit Özşener bu oyunu bunca yıl (ilk kez 2021’de sahnelenmişti) oynayıp nasıl akıl sağlığını koruyabildi?
İki. Ne kadar çok şeyden korktuğumuzun farkında mıyız?
Şahika Tekand’ın 2008’de yazdığı “Karanlık Korkusu” adlı eserin tek kişilik bir performans için yeniden yazılmasından ibaret “Aşınma”. Pandemi döneminin ardından bir nevi revize edilmiş, yeni dünyaya uyarlanmış. O kadar doğru bir adı var ki insan aşınıyor izlerken bile.
Yiğit Özşener insan olmaya dair 55 dakika boyunca
İngiliz basçı Pino Palladino ve Amerikalı gitarist Blake Mills’in ikinci iş birliği “That Wasn’t A Dream”, yıllarca ünlü isimler eşlik etmiş iki yetenekli müzisyenin kendi bestelerini icra ettiği kişisel bir proje
Pino Palladino, Londra’da doğup büyümüş, önce gitara ardından ergenliğinde basgitara merak sarmış bir müzisyen. Çalıştığı onlarca büyük müzisyen ve grup arasında The Who’dan (John Entwistle’ın ölümünün ardından grubun tur basçısı olmuştu), Gary Numan, Tears For Fears, Nine Inch Nails, Adele’e her türden isim var. 67 yaşındaki Palladino’nun müzik kariyeri bir bakıma pop tarihinin özeti gibi. Ancak onun ilgi alanı daha çok caz. D’Angelo, De La Soul gibi R&B çıkışlı isimlerle çalıştığında daha büyük keyif almış. Yıllar içinde perdesiz basa da merak salarak bu alanda kendini geliştirmiş. Palladino, Londra caz ve alternatif müzik camiasında hayli meşhur soyadıdır. Pino’nun oğlu Rocco Paladino da çok başarılı bir caz basçısı. Alexandra