Sezen Aksu’nun son yıllarda ne yaptığını, neler düşündüğünü, neler yaşadığını pek bilmiyoruz. Kendisini o kadar çok sakladı ki neredeyse unutuldu. Ne bir güncel görüntüsü var, ne de neler yaşadığını, neler yaptığını, nelerle uğraştığını biliyoruz.
Bunun nedeni, kendisine muhtelif çevreler tarafından burada hiç girmek istemediğim nedenlerden duyulan tepkiler ve yürütülen ‘cancel’ kampanyaları olabilir. Veya tamamen kişisel nedenlerden göz önünde olmaktan imtina ediyor olabilir Aksu. Bunu bilemiyoruz. Kesin olan şu ki son yıllarda kimseye yaranamadı Sezen Aksu. Ve sanırım bu sebepten inzivaya çekildi. Kendini âdeta gönüllü bir sürgüne gönderdi. Sadece şarkılarıyla konuşuyor. Bu bakımdan Sezen Aksu’nun yeni albümünü herhangi bir bağlama oturtmak çok kolay değil.
“Paşa Gönül Şarkıları”nda yer alan 16 şarkının bir kısmı önceden başka sanatçılara verilmiş besteler. Aralarında yeni şarkılar da mevcut. Kimi yerde albüm hip hop tarzı altyapılarla sanırım
Spotify’ın düzenli olarak yayınladığı ve genel anlamda stream trendleri hakkında bilgiler veren Loud & Clear raporları bir süredir ülkeler bazında yayınlanmaya başlandı. Bir süre önce İtalya, Fransa, İspanya gibi ülkelerde neler olup bittiğini bir nebze de olsa bu şekilde anlayabildik. Geçenlerde Türkiye raporu da bu serinin bir parçası olarak basınla paylaşıldı. Spotify, Türkiye’ye dair yıl sonu en çok dinlenenler listeleri dışında daha önce yanılmıyorsam istatistik yayınlamadı. Şimdi ilk kez bir raporun büyük bir heyecanla paylaşılması geç de olsa müzik pazarımızı anlamak açısından önemli olduğundan sunulan bilgilere yakından bakmaya çalışacağım.
Rapordan öğrendiğimize göre 2024 yılında Türk sanatçılar 2 milyar TL gelir elde etmişler. Kabaca 50 milyon dolar ediyor. Bir fikir vermesi açısından mesela bu rakam Birleşik Krallık’ta aynı dönemde 810 milyon dolar olarak gerçekleşti. Almanya’da 520 milyon dolar. Güney Koreli sanatçılara ödenen telifin de 150 milyon dolar kadar olduğunu
Z Pop’un yani yeni nesil pop müziğin kadın starlar tarafından ele geçirildiğini biliyoruz. Sabrina Carpenter, Chappell Roan, onlardan birkaç yıl önce Billie Eilish, Olivia Rodrigo, yakın tarihte albümler yayınlayan Addison Rae, Tate McRae, K-Pop starları BLACKPINK ve üyelerinin ayrı ayrı albümleri ve şarkıları derken Z kadınlarının pop âlemini ele geçirmesi hakkında çok yazılıp çizildi bu ara. 22 yaşındaki Benson Boone bu ekolün erkek üyesi.
Amerikalı yeni nesil starlar arasında son iki yılda tıpkı Chappell Roan gibi bir anda sivrildi ve kendini gösterdi Boone. 2021 yılında American İdol yarışmasında yer alarak ilk kez tanındı. Ancak asıl başarısını, her yeni nesil starın yaptığı gibi TikTok’ta elde etti.
Müzikal yaklaşım açısından tıpkı Chappel Roan gibi 1980’lere sırtını dayamış akılda kalan, sektörün sevdiği tabirle ‘catchy’ pop şarkılar yapan biri. Kapağında bir ABD bayrağıyla gördüğümüz “American Heart” albümü ikinci uzunçaları. 10 parçalık albüm 30 dakika sürüyor. Benson Boone
Service95 adlı kültür ve lifestyle sitesini ve bültenini Dua Lipa ve ekibi hazırlıyor. Site bir yana newsletter yani bültenler yeni nesil dergiler aslında. Çoğu haftalık yayınlanıyor, kendi temaları çerçevesinde size haberler, öneriler, ilginç hikâyeler sunuyorlar. 2021’de Dua Lipa tarafından kurulan Service95 son aylarda kitap tanıtımlarıyla öne çıktı. Bu bültenin içinde bir bölüm olan kitap kulübünü Dua Lipa bizzat hazırlıyor. Okuduğu kitapların yazarlarıyla söyleşiler yapıyor. Bunlar hem video hem podcast formatında yayınlanıyor. İşini ciddiye alıyor Dua Lipa, popülerliğini kitap dünyasına aktararak oldukça etkili bir kitap mecrası yaratıyor. Edebiyat dünyasının kafası karışık. Kimi yeriyor. Mesela geçenlerde kültür dünyasının ağır abilerinden biri (James Marriott) The Times’ta bu bloğu ve Dua Lipa’nın röportajlarını banallik olarak tanımladı. Aslında yazıya güzel başlamış. Dua Lipa gibi birinin edebiyat dünyasıyla ilgilenmesini Ortaçağ kasabasına ışıl ışıl bir uçan dairenin
Çin rock’ına Yaogun deniyor. Müzikal bir tanım gibi dursa da aslında daha geniş anlamda kökleri 1970’lerde olan, 1989 Tiananmen protestolarıyla kendine alan açmış bir alternatif kültürel akımı anlatmak için kullanıyor.
Çin’le ilgili bir konu açıldığında ben hep Anthony Bourdain’in bu ülkeye dair düşüncelerini hatırlarım. Çin’i anlamanın mümkün olmadığını, çünkü çok büyük, çok kalabalık, kendi içinde çok çeşitli, çok derin ve farklılıklarla dolu olduğunu söyler. O yüzden Çin’i anlayamayacağını baştan kabul eder, sadece gezer ve gözlemler. Benim de bu ülke hakkındaki düşüncem benzer. Çin’i anlamak benim için çok iddialı ama dünyanın en önemli ekonomik, siyasi ve kültürel güçlerinden biri hakkında turistik klişeler dışında hiçbir şey bilmemek de insanın gücüne gidiyor.
Corriere Della Sera’nın hafta sonu kültür sanat ekinde karşıma çıkan bir haber bu
2002’de dağıldıktan 23 yıl sonra “More” adlı yeni albümlerini yayınladılar. Brit Rock’ın temel direklerinden Pulp, ne eskimiş ne de değişmiş
1990’ların Brit Rock döneminden günümüze gelebilen şarkılara, albümlere bakıyoruz. Çoğu nostalji edebiyatının bir parçası oldu çoktan. Mesela Oasis külliyatı, mesela Blur. Ama Pulp pek öyle değil. Bir defa hiçbir zaman ana akım bir müzik yapmadı grup. Müzikleri orijinaldi, kendine hastı. Dönemin sound trendlerine yakın değildi. Rock, pop ve dansın garip bir bileşimiydi. O yüzden de aynı yerden devam eden yeni albümleri nostaljik bir albüm gibi gelmiyor kulağa, aksine yeni ve her hâliyle orijinal duruyor. Bugün Oasis çok büyük bir nostalji turnesine hazırlanırken ve artık günümüzde anlamlı olabilecek yeni şarkılar yapmaktan çok uzakken, Pulp tam tersi yepyeni şarkılarla geliyor karşımıza. Çünkü anlatacak hikâyeleri var hâlâ.
Pulp’ın hikâyeleri, her gün işe giden, geçinmek için çalışmak zorunda olan,
Pink Floyd’un Pompeii’deki antik tiyatroda 1971 yılında dört gün süresince kaydettiği performansın Adrian Maben’ın yönettiği filmi “Pink Floyd: Live in Pompeii” yenilenmiş ve remaster edilmiş hâliyle geçenlerde Avrupa’da ve Türkiye’de de vizyona girdi. Bu vesileyle bu performans ve Pink Floyd hakkında pek çok yazı yayınlandı. Ben de bunları keyifle okudum. Ergenliğinin büyük bir bölümü “The Dark Side of The Moon”, “Wish You Were Here” gibi albümlerle geçmiş bedbahtlardan olduğum için Pink Floyd benim için müzikal anlamda memleket gibi bir şey. Yani belli başlı Pink Floyd albümlerini oturup her gün dinlemiyorum, hatta itiraf etmeliyim ki yıllar oldu böyle bir şey yapmayalı, ancak buna gerek de yok, bu müzikler benim varlığımın elim ayağım gibi birer parçası.
Live in Pompeii’yi de daha önce izlemiştim ama yeniden izleyince burada yer alan ve Pink Floyd’un kitlesel şöhret öncesi dönemine ait deneysel müzikleri daha az bildiğimi hayretle fark ettim.