<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Gençler kitap okuyorlar... Sinemaya, tiyatroya gidiyorlar... Televizyon izliyorlar... Seyahat ediyorlar... Düşünüyorlar... Peki bildiklerini, gördüklerini topluma nasıl ve ne kadar aktarıyorlar? Sık sık bu ülkede bir şeylerin yürümediğinden şikâyet ederken kendileri bir şeyleri düzeltmek için ne yapıyorlar? Onlar için bir küçük öykü...
Dr. Sadık Özen "Doktorluk Dediğin" adlı kitabında anlatır...
İki delikanlı (biri Sadık Özen) arkadaşlarını geçirmek için Ankara'da otobüs terminaline koşuyorlar. Ancak uzaktan saati görünce "eyvah" diyorlar. Çünkü otobüsü kaçırmışlardır. Ne var ki yaklaştıklarında otobüsün henüz kalkmadığını görüyor, terminaldeki kocaman saatin yanlış olduğunu anlıyorlar...
Arkadaşlarını geçirdikten sonra terminal müdürüne gidip durumu anlatıyorlar. Terminal müdürü:
- O saati oraya biz koymadık, Çimento Sanayii koydu, birkaç kez telefon edip bozuk olduğunu bildirdik, aldırış eden olmadı, diye kendini savunuyor.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Başbakanlık Müsteşarı Prof. Ömer Dinçer'in 1995 yılında yazdığı bir makaledeki görüşleri CHP'li Ali Topuz tarafından açıklanınca hayli yankı yarattı. Prof. Dinçer diyor ki:
- İktidara gelmek yolun sonu değil, yeni bir başlangıçtır... İktidara gelince tüm dünya Müslüman olsa da, düşmanlara karşı üstünlük sağlansa da, Müslümanlık kavgası münkire, harama, kötüye karşı devam eder...
Siyasi iktidara Müslümanlık adına kavga öneren Prof. Dinçer'i Ali Topuz istifaya davet etti. Ömer Dinçer'in göreve devam etmesi acaba ne ifade ediyor? "Dinin fiziği", "Demokrasinin Kimyası", "Biz Avrupalıyız" gibi kitaplarında bu konuları çağdaş mercek altına alan Dr. Mehmet Ali Kılıçbay diyor ki:
- Yalnız Sayın Dinçer değil iktidarın bütün üyeleri her adımda laikliği çiğniyorlar. Laiklik devletin bütün dinlere eşit uzaklıkta durmasını gerektirir. Siyasilerin kimliklerini ve oylarını beyan etmeleri laikliğe aykırıdır. Başbakan'ın "terörün İslamisi olmaz" gibi sözleri dahi açıkça laikliği ihlaldir...
- Ayrıca bizim Cumhuriyet'le bir problemimiz yok diye konuşuyorlar?
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün icraatını gözucuyla uzaktan izliyorduk. Bir fırsatta kendisinden dinledik... İlginç bulduk...
Şişli belediye sınırları içinde kalan 52 okulun fen ve bilgisayar laboratuvarları ile kütüphanelerini yaptırmış. 2 okul kalmış eksiği olan. Bunlardan birinin bilgisayar la- boratuvarını da Beşiktaş Teknik Direktörü Mircea Lucescu tamamlayacakmış...
12 bin 500 çocuğu, hiç ücret almadan, geçen 23 Nisan'da Anıtkabir'e götürmüş.
Cami cemaatine yönelik kültür turları sürüyormuş. Belediye'nin 30 otobüsünden 10'unu cemaate tahsis etmiş. Otobüsler her gün 300 kişiyi Edirne'ye götürüyor, orada Selimiye Camii ziyaret edili- yor, aynı gün geri dönülüyor...
İbadet yerleri temizlik ekibi kurmuş. 140 cami sırayla temizleniyor, halıları yıkanıyormuş.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Saadet Partisi lideri Necmettin Erbakan Ankara Numune Hastanesi'ne yürüyerek gitmiş. Ama hastane içinde tekerlekli iskemleyle dolaşmış. Hatta merdivenlerden bile tekerlekli iskemleyle indirip çıkarmışlar kendisini.
Teşhis: Beyin enfarktüsü, hipertansif kalp hastalığı, hipertansiyon, böbrek yetmezliği vs... vs... Her biri hapiste yatmasına engel ama parti liderliği yapmasına mani olmayan ağır mı ağır hastalıklar! Hekimler de hipokrat yeminli ciddi tıp adamları belli... Raporu bastırmışlar...
Necmettin Erbakan'ın hapse girmesini istemeyiz... Ama manzaranın düşündürdüklerini de göz ardı edemeyiz.
Kişisel dürüstlüğün istisnası yoktur. İnsan falanca yerde namuslu, filanca yerde yalancı, falanca yerde doğrucu olamaz... İnsan bir yerde neyse, her yerde odur. Hele liderlikte tutarlılık şarttır.
İkincisi; Hoca ve öğrencileri yıllardır kendilerini "inançlı Müslüman" olarak takdim eder. Bu kimliğin zıttı "Allah'sız komünist"tir. Ama o Allah'sızlar, yani "solcular", yıllardır işkenceden geçmiş, hapse girmiş, idama gönderilmiş fakat inançlarından dönmemişlerdir. İnançlı ve halk adına siyasete soyunmuş adam zoru görünce çocukça rollere tenezzül etmez. Teslim
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
"Yaşayan Lozan", 899 sayfalık, tuğla kalınlığında bir kitap... İnönü Vakfı'yla SBF tarafından ortaklaşa hazırlandı... Önceki akşam Pembe Köşk'te yapılan tanıtım toplantısında kitabın editörü Doç. Çağrı Erhan konuklara anlaşmayla ilgili ilginç bilgiler de verdi. Örneğin;
"İsmet Paşa anlaşmayı imzaladığında sadece 39 yaşındaydı. Görüşmeler devam ederken Mustafa Kemal'e gönderdiği telgraflardan birinde çok zorlu müzakereler yaşadığını ve çektiği sıkıntılardan saçlarının hızla ağardığını söyler. Nitekim İnönü'nün Lozan öncesi ve sonrası fotoğraflarına bakılırsa saçlarındaki hızlı beyazlaşma çok net şekilde görülür."
Görüşmeler sırasında Türk delegasyonunun karşılaştığı en önemli sorunlardan biri de iletişimdir. Lozan - Ankara arasında sadece iki telgraf hattı vardır. Biri kuzeyden, kara Avrupa'sından geçen hat diğeri güneyden, Yunanistan ve Akdeniz üzerinden geçen hattır. İsmet Paşa, Ankara ile yaptığı görüşmelerden İngiltere'nin anında haber aldığını ve ertesi gün görüşme masasına hazırlıklı olarak geldiğini görünce durumu anlar. Hemen gerekli önlem alınır, İngilizlerin ulaşamayacağı bir başka hat kullanılmaya başlanır.
Doç. Erhan, Lozan'ın ne zor ama
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
TÜSES'in geçen hafta sonu düzenlediği panelde yerel yönetim reformu tartışılırken Prof. Ersin Kalaycıoğlu yıllar önce ABD'de tanık olduğu olayı anlattı:
"ABD'nin soğuk bölgelerinden birinde öğrenciydim. Bir gün posta aracı, postayı almak için posta kutusunun önüne yanaştı. Görevli arabadan indi ve posta kutusunu açarak mektupları almaya başladı. O sırada, yaşlı bir bayan arabaya girdi ve kontağı kapattı. Sonra da postacıya dönüp 'Bu araba benim paramla çalışıyor' dedi. Ben postacı, kadına vuracak falan zannederken sadece, "pekiyi madam" dedi. Halk devlet memurunu izlemeli, gereğinde ondan hesap sormalıdır..."
Eğer halk kendini adam yerine koyup hesap sormazsa ne olur? Bizdeki olur. Belediyeler yatırım yapıyoruz diye ortalığa çimento harç falan döküp halkın paralarını müteahhitlerle kırışır... Bunun adı da "icraat" olur.
Batı'da hız yapıp durmayan arabayı polis ya izler ya da ilerdeki birimlere haber verir, yakalattırır. Türkiye'de bu görev nasıl ifa edilir? Anadolu Ajansı'nın haberini akuyalım:
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Bir zamanlar bir taş işçisi varmış... Kızgın güneşin altında bir dağın eteğindeki taş ocağında çalışır, sabahtan akşama anası ağlayarak taş çıkartırmış. Bir gün kan ter içinde çalışırken kafasını bir an kaldırıp güneşe bakmış:
- Ah bir güneş olsaydım, demiş, öylesine yüksekte, öylesine güçlü...
Öykü bu ya... O an bir mucize gerçekleşmiş... Taş işçisi güneş olmuş...
Ama kısa süre sonra fark etmiş ki, dünyaya gönderdiği ışınları bulutlar kesiyor, onları aşamıyor:
- Bulutların arasından ışınlarımı geçiremedikten sonra güneş olmak neye yarar, diye söylenmiş, keşke bulut olsaydım.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Cumhuriyet tarihinin en ağır tazminat davası meslektaşımız Ruhat Mengi'ye karşı açıldı. Talep edilen para tam 120 milyar lira... Sebebi: Mengi'nin yeni Türk Ceza Yasa Tasarısı'nda kadınları aşağılayan, tecavüzcüleri koruyan maddeleri eleştirirken kullandığı ifadeler... Geçen mayıs ayında, Vatan'daki yazısında şöyle demiş örneğin:
"...İnanın elimde imkân olsa yeni Türk Ceza Kanunu Tasarısı'nı hazırlayanların tümünü derhal psikolog kontrolüne alırdım. Bununla da yetinmez tedavileri bitene kadar toplum içine karışmalarına izin vermezdim. Sözüm ona 'değişiklik' yapmışlar. Sevsinler sizin hukukunuzu, beyninizi, değişikliğinizi. Yazıklar olsun! Bilginize de, insan sevginize de, iyi niyetinize de yazıklar olsun!.."
***
Adalet Komisyonu üyelerinden Prof. Doğan Soyaslan 50 milyar, Prof. Sulhi Dönmezer 70 milyar liralık dava açmış Ruhat Mengi'ye karşı... Tazminat davalarında bir kural vardır.. İstenen miktar alanı zengin edecek, vereni fakirleştirecek büyüklükte olamaz. Belli ki dava açan iki hukukçu bu basit kuralı da gözetmemiş...
Prof. Doğan Soyaslan'ın açtığı davanın ilk duruşması 24