Melih AŞIK
Kimse darılmasın ama trafik kazalarında bu kadar çok adamın ölmesinin sebepleri de 12 Eylül'e dayanır, diyor
Nevzat Şenol dostumuz... Sebebi mi? Anlatıyor:
- Eğer Turgut Özal demiryollarını komünist icadı ilan etmeseydi... Eğer 12 Eylül generalleri sivil toplum örgütleri konusunda bu kadar düşmanca davranmasalardı da şoförler sendikalaşsaydı... Kamyon ve Otobüs şoförleri Batı ülkelerinde olduğu gibi sendikaları tarafından kontrol edilseydi... Eminim kazalar bugünkünden çok daha aza inerdi...
Bir başka feryat da okurumuz
Sinan Çakaloz'dan geliyor...
- Karayolu kazalarında sürücüleri suçlayıp işin içinden çıkan sorumlu yöneticilerimiz demiryollarına çivi mi çaktılar? Havayolu ulaşımı mı sağladılar; denizyolu ulaşımını mı zenginleştirdiler? Türkiye'de karayolundan başka ulaşım mantığı mı bıraktılar. Hepsine yalvarıyorum aşağıdaki soruları yanıtlasınlar.
* Eğer nüfus bu kadar artarsa,
* Artan nüfus bu kadar niteliksiz olursa,
* Bu kadar kalabalık ve niteliksiz nüfus, tamamı devlet hatası olan nedenler ile yanlış kentleşirse,
* Tüm ulaşım politikası ve sanayi karayolu üzerine kurulursa,
değil para cezası, idam cezası verseniz ne olacak.
Bu mallar ve bu insanlar bir yerden bir yere gitmek zorunda. Öyle de gidecek, böyle de gidecek. Gidecek başka yöntem hemen hemen olmadığına göre, bu araçlar, bu yollardan, bu sürücüler ile gidecek. Ve sürekli insan ölecek... Bu kadar basit!..
Hoca'mız İktisat Fakültesi'nde öğretim üyesiymiş... Önceki gece Kent TV'de
Şafak Pavey'in programında, "Kesintisiz 8 yıl sohbeti" nde tanıyoruz kendisini... 8 yıllık zorunlu eğitime karşı çıkıyor... RP'lilerle aynı gerekçelerle mi?.. Hayır, hedef aynıysa da gerekçe farklı... Ve çok ilginç... İkinci Cumhuriyetçi olduğu anlaşılan Hoca:
- Ben 8 yıla devlet tarafından zorunlu tutulduğu için karşıyım, diyor,
eğitimin süresini devlet dayatmamalı. Buna aileler karar vermeli...
Hoca'yı dinlerken gözümüzde 15 - 20 yıl sonrasının manzaraları canlanıyor... Örneğin kahvede iki delikanlı konuşuyor:
- Devlet yaktı lan bizi, hayatımızı söndürdü...
- Bizi tamam da, seni de mi moruk?..
- Tabii ya... Ne güzel okumayacaktık, cehaletin zevkini sürecektik. Devlet zoruyla okuma yazma öğrettiler. Hayatımızı kaydırdılar.
- Sorma moruk, bizi de öyle... Ben okumam demişim, bizim peder de ne güzel beni tam beşinci sınıftan çekip alacak... Devlet 8 yıl eğitimi dayatınca gereksiz yere üç yıl daha okumuşum. Ulan üç yılım ziyan oldu be...
İnsanları devlet zoruyla okutursanız elbet söyleyecekleri bu!..
Sanırız devlet zoruyla olduğu için Sayın Hocamız çocuklar için aşı kampanyası açılmasına, okullarda zorunlu aşılamaya falan da karşıdır. Bu işi de ailelerin kararına bırakmak en iyisi. İsteyen çocuğunu cahil bırakır, isteyen öldürür öyle değil mi?.. Devlet ne karışıyor bu işlere?.. Demokrasi yok mu?..
Bizlere tuttuğun ışıkla bin yaşa Hocam!..
Meksika'dan Japonya'ya, Etopya'dan "Bağcılar"a kadar tüm dünya, Prenses'in yaşamını kararttılar diye paparazzilere veryansın ediyor.
"Özel yaşamlara saygı" konusu yine gündemde...
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi hekimlerinden
Kamil Kayacan bu konudaki haberleri izlerken
"özel yaşama saygı"yla ilgili, kendi yaşamını da
"derinden" etkileyen bir olayı anımsamış. Aslında hiç unutmamış ya... O dehşeti tekrar yaşayarak anlatıyor:
- İki yıl önce devam etmekte olduğum keman kursuna giderken polis tarafından aranıp Beyoğlu Karakolu'na götürüldüm. Üzerimde ruhsatlı, boş, albay babamdan yadigar ve bir kere dahi ateş edilmemiş bir silah ve ona ait tamir faturası vardı. Ciddi bir devlet kurumunda derdimi anlatacağımı düşünürken, komiser muavininin küfür ve hakaretleriyle nezarete kondum. Bir süre sonra komiser, beraberinde bir grup kameralı şahısla birlikte geldi ve beni nezaretten çıkardı. Hep birlikte dil döküp benden yanımdaki kemanı kullanarak hemen oracıkta bir "konser" vermemi istediler. Bu işten kurtuluş (!) olmadığını anlayınca, kameralı şahıslar da
"yüzümün ve kimliğimin belli olmayacağı" konusunda namus ve şeref sözleri verince kemanımla bir parça çaldım. 25 yıllık müzisyen, 14 yıllık hekim ve onuruyla yaşamaya çalışan; ama yazık ki hayli saf ve enayi bir vatandaş olan bendeniz, komiser ve televizyoncu grubun verdiği
"söz"lere kanmıştım. Aradan bir süre geçip evime döndüğümde, bir akşam TV karşısında düşürüldüğüm acınası durumu anladım.
"Bir dolandırıcının itirafları!. Silahla yakalanan doktorun karakolda verdiği keman resitali!" anonslarıyla irkildim. Meğer polislerin himayesindeki
"Polis İmdat" programı kameraları karakola girişten itibaren gizlice çekim yapmışlar. Olmadık hikayelerle bu görüntüleri defalarca ekrana getirdiler. Üzerinden iki yıl geçti; o günden bu yana memleketim Çatalca'ya gidemiyorum, oturduğum semtte huzurum kaçtı.
"Dolandırıcılığım" ve
"karıştığım karanlık işler" üzerine sorulardan artık bunaldım. Bu programı TV kanalına pazarlayan firmanın sahibine mektup yazıp durumu anlattım. Karakola düşen ve "sanık" durumundaki insanları gizlice çekilmiş görüntülerle
"suçlu" gibi gösteren bu programların halkımıza ve ülkemize ne faydası olduğunu sordum. Tabii ki yanıt vermedi. O günden beri süren çarpıntı, sıkıntı ve boğulma hali içinde, bir de bu Prenses'in arkasından gözyaşı döken insanlarımızın halini görünce bunlar aklıma geldi. Soruyorum; benim için kim ağlayacak?. Ve daha başka kimler yerli paparazzilerin kurbanı olacak?..
Yazara EmailM.Asik@milliyet.com.tr