Melih AŞIK
Nejat Birdoğan'ın
"Azerbaycan Gülmeceleri ve Nasrettin Hoca" adlı araştırmasını Kaynak Yayınları yayınladı. İşte kitaptan birkaç
Nasrettin Molla öyküsü...
***
Aldığını geri vermeyen akrabalarından biri Molla
Nasrettin'e gelir:
- Bir defalık bana 50 lira ver. Bir alışveriş var; 20 lira kazanç edeceğim. Getirip senin 50 lirana 10 lira da ekleyeyim. 10 lira sen kazan, 10 lira da ben...
Molla
Nasrettin ne yapsın?. 50 lirayı verse geri gelmeyecek.. Vermese, adam gidip herkese söyleyecek ve rezil edecek.. Çıkarır, 10 lira verir ve der ki;
- Al, ben senin kazancını şimdiden vereyim. 10 lira sen kazan, 40 lira da ben...
***
Mescit bahçesinde abdest alan mollalardan biri havuza düşer. Etraftan koşanlar,
"Molla elini ver, seni çekip çıkaralım" derlerse de Molla bir türlü elini uzatmaz. Bu arada Molla
Nasrettin gelir.
"Al tut elimden, çıkarayım seni!" deyince Molla elini uzatıverir. Kenara çıktığında diğerleri çıkışır:
- Bu kadar kişi elini uzattı, vermedin. Molla Nasrettin "Tut"
der demez o saat elini uzattın. Neden?..
Molla'dan önce Molla
Nasrettin verir cevabı:
- Hiç şaşırmayın! Siz dediniz ki, "Molla ver elini!."
Ben ise dedim ki, "Al elimi!."
Eh, bu binevalara "Ver"
öğretmemişler ki.. Molla tayfası hep "Al"
işitmiş...
***
Bir mürid, mürşidine dedi ki:
- Konuklardan usandım. O kadar fazla geliyorlar ki zamanım kayboluyor, yoruluyorum. Kurtulmak için bana bir yol göster.
Mürşit dedi ki:
- Yoksullara borç ver, varsıllardan borç iste. Bir daha yanına yaklaşmazlar.
***
Molla Nasrettin, kimi zaman çağrılmadığı yere kendisi gider, sonra da şöyle dermiş:
- Sizin aklınız yetmedi de beni çağırmadınız. Ben sizin gibi akılsız değilim ki gelmeyeyim...
Çete davası sanığı özel tim elemanlarının serbest bırakılmasıyla Susurluk skandalıyla ilgili tutuklu kalmadı. Salıvermenin kimi gerekçeleri ilginç... Mesela:
"gıyabi tutukluların bulunamayacağının anlaşılması" ... Böylece devlet kendi aczini de salıverme gerekçesi yapmış oluyor... Ve Susurluk'ta en büyük suçlunun Mersedes'in çarptığı kamyonun şoförü olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Çünkü en uzun hapis yatan o oldu...
Susurluk skandalı, 12 Eylül öncesinden bu yana meydana gelen siyasi cinayetlerin ardındaki sır perdesini biraz aralamıştı. O aralıktan devlet üniformalı eli kanlı bir takım adamlar göründü. Ve o adamlar örtüyü tekrar devletin üzerine çektiler. Çünkü iktidardaki güçleri sürüyor...
Işıkları boşuna yakıp söndürdüğümüz anlaşılıyor...
Olay fıkra değil... Geçen Ramazan'da Trabzon'da, okurumuz Dr.
Figen Tarkan'ın, kendisi gibi doktor olan arkadaşının başından geçmiş... Bizim kulağımıza dün ulaştı.
Sıkı bir "akşamcı" olan doktor, iftar vaktini şöyle bir saat geçe iyi bir lokantada yerini alır. Önce yemek siparişini verir, sonra da;
-
Bir ufak şişe de rakı, rica eder..
Karadenizli garson, "rakı" lafını duyunca irkilir:
-
Ramazan ayındayız, rakı getiremem abi.Doktor israr eder:
-
Korkma oğlum, bir sürahiye koy, getir işte.Garson, israrı görünce, peki der, rakıyı getirmek üzere gider. Biraz sonra da döner. Nasıl mı?
Elinde bir tepsi...Tepsinin üzerinde kocaman bir sürahi...İçinde de dolu bir rakı şişesi!
Hakkari'den
Nizamettin:
- Rüyamda akrabalarımı ziyaret etmek amacıyla Hakkari'den İstanbul'a gidiyorum. Asırlar öncesine dayanan eşsiz tarihi ve doğasıyla bir dünya kenti olan İstanbulumuzu ilk ziyaretim bu... Heyecan duyuyorum...
Haydarpaşa Garı'ndan trenden inip Karaköy'e geçiyorum. İskelede rastladığım ilk simitçi çocuğa yaklaşıp,
"Bu civarda hiç park var mı yeğenim?" diyorum.
"Şöyle bir soluklanalım!.."
Garip garip yüzüme bakıyor simitçi;
"Maalesef abi..." diyor.
"Buralarda o dediğin türden park yok... Ama araba parkı çok..." Çocuğa teşekkür ediyor, moral bozukluğuyla Dolmabahçe istikametine doğru yöneliyorum. Trafik korkunç... Sürücülerin ruh halini yansıtan korna sesleri... Ve toz toprak arasında bakımsız kaldırımlardan yürüyerek Dolmabahçe Sarayı'nın yanındaki çay bahçesine varıyorum. Garsona bir çay söyledikten sonra çevremi incelemeye başlıyorum...
Gözüme ilişen ilk yer, çay bahçesinin yanındaki tarihi cami oluyor. Caminin avlusunda basket potası ve kurumaya bırakılmış çamaşırlar görüyor; içimden
"Allah Allah!.." diyorum;
"İstanbullular bazı tesisleri çok güzel değerlendiriyor herhalde... Şuraya bak... Camide hem ibadet ediyorsun, hem spor yapıyorsun, hem de çamaşır yıkıyorsun.."
Hayretimin yatışmasını beklerken bu kez de Dolmabahçe sırtlarına çarpıyor gözüm... Boğaz'a nazır bu güzel tepenin ortasında yüksek bir bina bulunuyor. Çayımdan bir yudum alıp,
"Vay canına!.. Buralar amma da gelişmiş ha..." diyorum.
"Bizim Hakkari'deki binaları üst üste koysan şu gökdelenin boyuna erişemez..."
Gözlerim yoruluyor.. Çevreyi bırakıp gazetemi okumaya başlıyorum. Dikkati çeken ilk haber şu oluyor:
"Boğaz Köprüsü'nü koyun sürüsü işgal etti..." Ardından ikinci haber:
"Boğaz'a 3'üncü Köprü mü, tüp geçit mi?.."
Bu iki haberin ayrıntılarını inceledikten sonra kendi kendime beyin jimnastiği yapıyorum:
"Bence Boğaz'a köprü daha iyi olur... Çünkü benim bildiğim koyunlar tüp geçiti sevmezler..."
YORUMU: Bölgeler arasındaki ekonomik dengesizliğe çözüm bulup iç göç olayını durduramazsak büyük metropollerdeki yoğun trafiği ve çarpık kentleşmeyi engelleyemeyiz
Vahdettin... Yüzeysel olaylara bakarken, işin özünü unutma...
Yazara EmailM.Asik@milliyet.com.tr